Port Shire Port Shire RPG'ye hoş geldiniz! |
|
| Vampir Alımları | |
|
+20Dean Bloom Aryna G. Stark Ambrose Endicott Morana Lepoutre Eloy Beaufort Micheál William Doyle Ysebel Moore Brandon Sky Ianthina Fundoti Drago Krosigk Evaris Sky Sylvia Walker Ilyna Sky Felix Vlonjati Thomas Alkas Persephone Vlonjati Nathan Depardieu Vera Vlonjati Tempest Elektra Port Shire 24 posters | |
Yazar | Mesaj |
---|
Port Shire DM
| Konu: Vampir Alımları Çarş. Şub. 05, 2014 6:26 am | |
|
Vampir ırkı ile ilgili bilgileri [Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] bulabilirsiniz.
Karakterinizin; - Kod:
-
Adı ve Soyadı: Örnek RPG: | |
| | | Tempest Elektra Vampir & Profesör
| Konu: Geri: Vampir Alımları Cuma Şub. 14, 2014 11:50 am | |
| Tempest Elektra Örnek RPG: - Spoiler:
[align=right]Certain as the moon, Instead of killing time,We'll have each other untill the sun.[/align]Sixth AM, Cristmas morning, No shadows, no reflections here. Lying cheek to cheek embrace... Kırmızı, kadife, gül ve şarap kokulu nevresime tutundu genç kadının tırnakları. Güneş ilk ışıklarını salmıştı Dünya'ya. Şafağın, İtalyan işi kahverengi perdelerden sızan cılız ışığı, odayı kızıl turuncu tonlarına bürmüştü hafiften. Eski bir plakta Marilyn Manson - If I was your Vampire eşlik ediyordu bu lanet sabaha. Vedalaşmak için hoş bir an değildi, istemiyordu da. Elleriyle sıkı sıkıya tuttuğu mutluluğunu sabun gibi kaydırmak istemiyordu, en son isteyeceği şey buydu. Karamelin eriyişi geldikçe aklına, şarap tadıyla birleşerek gelen tad dilini buluyordu, bedenini sarmış iki kolun serinliğine tezat alev alev yanan bedeni gibi sıcak eriyişi... Parmaklarıyla, vampirin sırtında kısa bir yürüyüş yaparken kıkırtısını duymak istedi. Soğuk, gümüşi beyaz teninde gezdirmeye başladı parmaklarını, vampir kendisinde geçmiş gibiydi, ya yorulmuştu ya da yaramazlık yapıyordu; kafasını kuş tüyü yastığa Tempest'a dönük gömmüş, uzun altın sarısı saçlarını arkaya atmıştı. Gözleri kapalıydı, uyuyor numarası yapan küçük bir çocuk misali; oyun istediğini belli ediyordu. Böğürtlen rengi saçları dağılmış genç kadın, kadife yatakta doğruldu ve yaramaz çocuğun üstüne abandı, üzerindeydi. Parmaklarını, o duymak için öldüğü kıkırtıyı duymak istercesine vampirin teninde gezdirmeye devam etti, inatçı hissediyordu. İki güçlü elin kalçasını okşayıp kavradığını hissetmek uzun sürmedi, irkilecek ve kahkaha atacak zamanı bulmadan da boynunda onun nefesini hissetti. Uzun sarı saçları vampirin yüzünü kapamıştı, ama kıkırtılarından eğlendiğini belli etmişti; Tempest ise zaferin tadını almışcasına coşmuştu. İki kuvvetli el, onu tuttuğu gibi yatağın diğer tarafına savurdu, şimdi üstte olan vampirdi. Ölüm kadar soğuk ve şehvetli, bal sarısı saçlarını zerafetle omuzunun arkasına attığında dudağının kenarına yerleştirdiği muzur gülümseme görüldü. "Sen uslu durmayı öğrenemeyeceksin sanırım, küçük hanım." dedi karanlık, ve bir o kadar da alaycı sesiyle. Tempest istifini bozmadan muzurca güldü, kalçasında gezen iki eli tuttu, sıktı ve kendisine doğru çekti, süt isteyen yavru kedi sesi gibi mırlama geldi boğazından, istemsizce. Genç kadın, alçak sesle fısıldarken kıvrılmış dudağındaki muzurluğu saklamadı, kaşlarını kaldırdı ve vampirinkileri tutan elleri yavaşça onun kasıklarında gezinmeye başladı "Uslu durmayı öğrenmek isteyeceğimi sanmıyorum" Fışkıran, duygularının ardında bir kahkaha atıverdi, o ani kahkasını. geldiğinde de 'ben geldim' diye haykıran kahkası. Göğüs kafesinde sakladığı bir kuştu heyecanı, kırmak istiyordu özgürlüğüne kavuşmak için. Lestat geri çekti bedenini, komodinin üstünde yarısına kadar içilmiş böğürtlen şarabından bir yüzdüm aldı, belli ki genç kadını çılgına çevirmek için kendince bir oyun oynuyordu. Ah o bardan ne kadar şanslı olduğunu bilmiyor diye geçirdi içinden genç kadın, kıvrılan dudağını ısırdı. Dudaklarını bardaktan çekince Lestat, kendisini Tempest'ın kollarına bırakıverdi. Ademelmasının hareketini gözleyebiliyordu Tempest, bedeninin santim santim gevşeyişini hissediyordu, dudaklarındaki şarabın tadını da alıyordu hafiften, daha çok içmek istercesine. Vampiri, bir bebeği elinde döndürebileceği kadar kolayca kaldırdı, sertçe yastığın üstüne attı, üstteydi. Kollarını boynuna dolayıp onu öpmek için eğildi, dişlerinin tadını almak isteyen diline hakim olamıyordu. Tempest, vampirin kafasını sertçe yastığa gömerken, vampir diliyle bir ahenk tutturdu. Şarabın tadını iyice alıyordu vampirin buz gibi dudaklarını emerken, ısınmış olan şarap güzel soğutmuştu dudakta. Lestat Aslan kükremesine benzer bir ses çıkardı, vampir ya da değil, kendisi tutmak için harcadığı çabadan dolayı Yunan Heykelini andıran muntazam bedeni titriyordu. Tempest, ömrü boyunca böylesine leziz bir şey görmediğine emindi, soğuk dudaklara sadece bir kaç milim uzağında tutarken yüzünü, ihtirasla dudağını ısırdı, uylukları kasılmıştı. Vampir dudaklarını genç kadının kulaklarında gezdirirken, kasıklarında gezen iki eli geri çekti, nazikçe kadının içine kaydı. Kulağında vampirin böğürtlen nefesi hissederken Tempest, saf ihtirastan oluşan bir sancı hissetti. Aşağı inip ona dokunuşda elleri, vampir hafif zalimce bir edayla kükredi, daha sonra sesi daha derinden gelmeye başladı. Dişlerini Tempest'ın boynunda gezdiriyordu. Çıplak boynuna taktığı muska ve dalgalı bal rengi uzun saçlarıyla, Yunan Tanrılarına ya da Ormanların Kralı Aslana benziyordu. Bir şeylerin gelmekte olduğunu anlamak için dahi olmaya gerek yoktu, tam olarak söylemek gerekirse güzel ve büyük şeylerin. Tırnaklarını vampirin kalçalarına geçirdi, vampirse duruşlarını biraz ayarlarak giriş çıkışlarını daha dik bir hale getirmişti. İrkiliyordu Tempest, ölüm gibi soğuk tene tezat sıcak ve tutkulu dokunuşlardan, daha da içine çekiyordu vampirini doyumsuzmuşçasına, vakumluyordu onu. Öyle ki onu sömürebilirdi, yiyip tüketebilirdi, tamamen içinde saklayabilirdi. Peş peşe geldiklerinde, gevşedi iki beden, tazyikle boşalmışlardı birbirlerine. Tempest doğruldu, zamanın geldiğini biliyordu. Doğan Güneş, aydınlığını perde gibi çekerken gökyüzüne, ihitirastan sarsılan bedenlerin tutkuyla eriyen ruhları daha da aşkla tutunuyordu birbirine. Ay gibi ince zaman.. Eğer senin vampirin olsaydım, Ay gibi ince zamanı öldürmek yerine, birbirimizin olacaktık, Güneş doğana kadar.. Elleri vampirin soğuk yanağında gezindi, narince. Yüz hatlarını ezberlercesine. Hala içindeydi. Hiç düşünmemişçesine çıksa da kelimeler genç kadının dudaklarından, yıllarca istediği şeydi bu diline gelen. "Vampirin olmak istiyorum Lestat, eminim." Ani gelmişti vampire, kendisini genç kadının vajinasından nazikçe çekti. "Daha önce konuştuğumuzu sanıyordum hayatım, bundan emin olmadan sana bunu yapamam, iyi düşünmeni istiyorum" Vampirin sözlerini fazlaca duymuştu genç kadın, isteklerine kelepçe vuramazdı ya. Defalarca da düşünmüştü, buydu. Çizmek istediği yol karşısında duran vampirin dişlerindeydi, burnunu onunkine değdirdi ve tane tane konuştu "İstediğim bu, bebeğim. Eminim" Vampir düşünceli görünüyordu, duraksadı. Genç kadını bir bebek gibi kucaklayıp, başını yastığa gömerken onu sehvetle içine çekmek için ne bekliyordu ki? Tempest hazırdı, vampirinin soğuk bedeninin üzerinde, çırılçıplak. Lestat'ın tereddütü simasından okunuyordu, her hangi bir kelime çıkmadı dudaklarından, durdu. Dudaklarını onun ölü dudaklarıyla birleştirdi genç kadın, nefesinin tadını almak istercesine, kelimeler dudaklarından dökülürsen kontrol etmiyordu ne söylediğini "Cristmas sabahi, saat 6. Gölge yok, yansıma yok. Senin soguk sarilmanla yanak yanağa yatıyoruz." Yüzünü vampirin boynuna daldırdı, diline hakim olamamıştı. İki elin sırtına bastırdığını hissetti, vampirinin neresinden gıdıklandığını biliyordu. Henüz boşalmış olan aletinin hafiften kalktığını hissediyordu, dudaklarını vampirin soğuk boynundan ayırdı ve devam etti "Eğer senin vampirin olsaydim, Ay gibi ince zamanı öldürmek yerine birbirimizin olacaktik Güneş doğana kadar." Kelimeler dudaklarından döküldükten sonra, sertçe yapıştı ölü dudaklara, nefesini çekiyordu içine sanki hayat bulacakmış gibi. Lestat, Tempest'ın saltanatına boyun eğmek zorundaydı, genç kadının inadıyla baş edemezdi. Her ne kadar karşı koysa da mantığı, Tempest kalbinin yerine konuşuyordu, tereddütü buraya kadardı. "Hmm, söyle bakalım. Nerenden ısırmamı istersin" Simasını alıp götüren muzur gülümsemeye engel olamamıştı vampir, gülümseme dudağının kenarına yerleşti ve yaramaz bir çocuğun alaycı bakışına dönüştü ölümcül varlığın karanlık bakışı. Tempest alev alan dürtülerini zorluklar tutuyordu zindanda, işin eğlencesini bozmamalıydı. Yavaşça elleri, vampirin göğüsünde gezerken fısıldadı "Kasık lütfen." Sapık bir öneriyle geleceğini biliyordu vampir, şaşırmamıştı. Bu o koca kızın manyak oyunlarından, fantezilerinden biriydi. Bu sefer oyun, yetişkinler içindi. Vampir yüzündeki sırtına ifadeye engel olmadı, Tempest'ın kulağına mrrrrladıktan sonra dudaklarını onun bedeninden ayırmadan aşağıya indi. Tempest'ın kalbi göğüs kafesini kıracakmış gibi atıyordu; zevkten, turuncuya bürünmüş odayı kıpkırmızı görüyordu, parmaklarını Kral'ının gür saçlarında gezdiriyordu çaresizce. Saate bakmak ve ne kadar süre kaldığına bakmak istemiyordu, bu şafak onlarındı ve son raddeye kadar onların olacaktı. Kasılan uyluklarında acı hissetti, bir şeyler çekiliyordu. Hayatında hiç bir acıyı bu kadar istememişti, tatlı bir acıydı bu. Öyle ki, durduğu anda kafasının kopup uçacağını, ya da ona benzer korkunç bir şey olacağını düşünürdü. Tüm cüreetkarlığıyla vampire sundu kendisi, vampir de ona sunmuştu ölümcül zerafetini, yapabileceklerini. Bunca zevki tattırabiliyorken biri, onun içine girdiği cenneti olmaya hazırdı genç kadın. Güneş doğuyor ve hala kopamıyordu anahtar-kilit gibi uymuş bedenleri. Tempest tükenmişti, bedeni santim santim gevşedi, eskisinden de beyazdı. Pili bitik, ama mutluydu. Vampir, genç kadının gevşemiş bedenini öpe öpe yukarı çıktı, Tempest'ın ısırılmaktan kanamış dudaklarına yapıştırdı soğuk dudaklarını. "Ben de senin kasıklarından almak istiyorum kanı" oldu Tempest'ın ilk sözleri, Transta gibiydi. Vampir güldü, "Mmm, küçük hanımın oyunları hiç bitmiyor." dedi kahkaha ile karışık. Şimdi sıra ondaydı, her ne kadar bitkin düşse de, Tempest'ın bedeni yine alev almaya başladı, alaycı bakıyordu vampirinin yüzüne. Vampirin elleri genç yeni vampirin kasılmaktan bitkin düşmüş karnında, iki diş izi bulunan kasıklarında gezerken doğruldu bedeni. İnce pike bacaklarının arasına girmişken, yatakta oturur pozisyon aldı. Kendisini karadula sunmak için bir heyecanı vardı sanki. "Birlikte duşa girelim mi?"
En son Tempest Elektra tarafından Cuma Şub. 14, 2014 11:51 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi | |
| | | Vera Vlonjati Vampir
| Konu: Geri: Vampir Alımları Cuma Şub. 14, 2014 11:50 am | |
| Vera Vlonjati - Spoiler:
1993’ün son ayları ve Bosna... Onlara göre tek suçum müslüman olmaktı. Bosna en zor yıllarını geçiriyordu. Öylesine sert geçiyordu ki savaş ve öylesine acı dolu... Ailem hakkında kesin söyleyebileceğim tek şey onları 1992’den beri görmediğimdi. Kryina yağmalanmaya başladığında onlardan ayrılmak zorunda kalmıştım. Bütün müslüman ailelerin evleri yağmalanıyor, polisler geliyor sanki suç işlemişiz gibi bizi karakola götürüyor ve daha sonra toplama kamplarında köle olarak askerlere kullandırtıyordu. Buraya gelen herkesin hikayesi aşağı yukarı böyleydi. İlk başlarda sayımız 200’ü geçiyordu. Zamanla saayımız git gide azaldı. En kötüsünü yaşamıştık burada. Her türlü işkence ve pisliği görmüştük. Kadın olmamız kullanılmış, benliğimizden nefret etmemiz sağlanmıştı Eskimiş büyük ve kapalı hangarlara getirilmiştik. Rutubet ve havasızlık içerisinde yaşamaya alışmamız zor olmamıştı. Günün çoğunu avludan askerlere kovalarla su taşıyarak, onların pisliğini temizleyerek geçiriyorduk. Her gün buradan kurtulma umutlarıyla dolu olan en umutlularımızın bile bu düşüncenin sadece çılgınca bir hayalden ibaret olduğunu anlaması güç olmamıştı. İlk zamanlar koğuştaki tek sorun bit salgınıydı. O kadar kötü şartlar altında yaşam mücadelesi veriyorduk ki bazıları dayanamamış ve çoktan çürümüştü bile. İnsanlığa sığmayan bu iğrenç muameleye katlanmak zorunda olmak gerçekten çok acı veriyordu. İnsan olan hiçkimsenin yapmayacağı türden bir iğrençlikti. Masum ve suçsuz olan insanlara sadece dini inançları yüzünden yapılan işkenceler... Henüz gençliğinin baharında olan genç kızlar ve genç kadınlar ucuz bir fahişe yerine koyuluyorduk ve bize verilen emirleri birebir yerine getirmekle sorumlu tutuluyorduk. Kimsenin umrunda değildi. Savaş son hızıyla devam ederken sadece askerler değil halk’da savaşın bir parçası olarak kabul görüyordu. Burada yapılan şey sadece bir soykırımdı. Haftada üç gün sırp askerlerinin kadını oluyorduk. Çoğu iri bedenli, sarışın ve acımasız oluyordu. Özellikle geceleri gelip kadın almayı tercih ederlerdi. Koğuş kapısının gecenin bir yarısı açıldığını duyduğum ve bir elinde el feneri diğer elinde silahi olan birisini gördüğüm an büyük bir korkuyla kendimi saklamaya çalışır her seferinde uyuma taklidi yapardım. Koğuşa geliyorlar beğendikleri bir kadını alıp çıkıyorlardı. Karşı koyma şansı sıfırdı. Bakire olmayanlar fazla direnmiyordu ama kız olanlar için iş trajikti. O zamanlar kimse henüz dokunmamıştı bana. Kömür karası saçlarımı ince bez parçalarıyla saklamaya çalışıyor genelde iş yapmadığımız günleriyse uyuyayarak geçirmeyi tercih ediyordum. Ne yazık ki bir gün bende farkedilmiştim. Ama yapacak bir şey yoktu. Herkes gibi benide umursamadan becerip bir kenara atacaklardı. Beni çekiştirerek kaldırdığında direnmedim bile. Boğazım düğümlenmişcesine susuyordum. Askerin suratına dahi bakamadım. Ayaklarım geri geri gitse bile kolumdan beni çekiştiren o erkek gücüne karşı koymam imkansızdı. Koğuşun kapısı açıldığında güneşten dolayı bir süre gözlerimi açamadım. Güneş görmemize nadiren izin verilirdi. Canım yanmıştı. Yinede aldırış edemedim. Çoğu zaman bahçede herkesin ortasında tecacüz eder ve birbirlerine puan vererek işi eğlence haline getirirlerdi. Amacı belliydi. Bana herkesin ortasında sahip olacak ve daha sonra canı isterse koğuşa gönderecek canını sıkarsam oracıkta öldürecekti beni. Gözlerimi hafif araladığımda on beş kişilik bir asker grubunun bahçede olduğunu gördüm. Kimisi sigarasını tüttürüyor kimisi mermi sayıyordu. Herkes halinden memnun görünüyordu. Beni farketmeleriyle neşeleri daha da artmıştı. ‘’ Ratko bu sefer ki parçayı çok aramış belli ki.’’ Orta yaşlarda ve kır saçlı bir asker bana doğru yaklaşırken dudaklarından bu sözler döküldü. Beni güzelce süzdü. Daha sonra bakışları adının Ratko olduğunu az önce öğrendiğim ve bana sahip olacak askere yöneldi. İlk kez göz göze gelmiştik. İri ama çekik yeşil gözleri vardı. Kumral gibiydi ama sarımsı saçları ve bembeyaz bir teni vardı. Dudakları ince sayılmayacak kalınlıkta ve kocaman elleri... Üstündeki tişörtü çıkarttığında fazlaca gelişmiş olan kaslarını farkettim. Dudaklarıma yapıştığında nefesi deli gibi içki kokuyordu. İğrenmiştim. Onu itelemeye çalışıyor deli gibi haykırıyor, çığlık atıyordum. Etraftaki askerler tezahürat ediyor, gülüşüyor, masalara vuruyor ve bana sahip olan asker’i gaza getirmeye çalışıyorlardı. Ağlıyordum ama onun umrunda değildi. Hızlıca pantolonumu ve üzerimdeki yamalı tişörtü sıyırmıştı ve kendide soyunmuştu. Az önceki kır saçlı askerin sesini tekrar duymuştum. Korkudan biraz bulanıklaşmıştı her şey. Ama yinede onu duyabiliyordum. ‘’ Daha öncekilere göre hiç fena sayılmayacak kadar güzel memeleri varmış’’ O an tekrar toplu bir kahkaha duydum. Eğilerek göğüslerimi yokladı bir kaç saniye. Daha sonra keyifle geri çekildi. Gözlerimden yaşların süzüldüğü o anlarda hayatımın en kötü tecrübesini yaşamak üzereydim. Korkuyordum. Hem de çok. O an ölmek istedim. Ölmek ve kurtulmak...
Hiç sendelemeden aniden işe koyulmuştu. Hafif bir acı hissetmiştim ve bir kaç saniye sonra o hafif acı onlarca kat artmıştı. Birden bire kan beynime sıçramıştı adeta.. Kasıklarım öylesine acıyordu ki. Gözlerimden yaşlar geliyordu. Çığlık atıyordum ve bağrışlarım askerlere keyif veriyordu. Gözlerimi bir ara aralamama neden olan o his... Bacaklarımın arasından süzülen ılık kan midemi bulandırmıştı. Çok geçmeden yapış yapış olmuştu bile. Bir erkeğe karşı koymak imkansızdı benim için. Toplama kampında en bakımlı kalmış sayılabilecek bendim. Henüz bitlenmemiş saçlarım ve temiz cildim vardı. Ellerim dışında vücudumda yaralar yoktu. Dikkatini çekmemesi imkansızdı. Peki ama bunu hakedecek ne yapmıştık ki biz... Şimdi o narin yapılı incecik küçük kız kadın mı olmuştu yani? Bunu düşününce bile içim acıyordu. Dayanılmaz bir ruh çöküntüsüydü benim için. Hala deli gibi bağrıyor ona lanetler saydırıyordum. Nafile... O kadar sarhoştu ki o an burada kız kardeşi bile olsa ona tecavüz edebilecek durumdaydı genç adam. Yaklaşık bir buçuk iki saat bana tecavüz etti. Halinden pek memnun gibiydi. Etraftaki askerler alkışlıyor puanlarını tek tek açıklıyor beni nasıl becerdiğini, bir daha ki sefere nasıl becermesi gerektiği hakkında öğütler veriyorlardı. Bağrışlarım sanki artık ona zevk veriyordu. Birden bire sustum. Sadece ağlıyordum artık. Olmayacaktı biliyordum. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bu savaşta hep masumlar ölüyordu ve bende ölecektim. Sırplar bizi katledeceklerdi. İğrenç günler hiçbir zaman geçmeyecekti. Aileme kavuşamayacaktım... '‘Neden yapıyorsun bunu bana neden!’'Dudaklarımdan süzülen son sözlerim bu olmuştu. Daha sonra gözlerimin karardığını hissettim.
Gözlerimi açtığımda başımda bekleyen üç dört asker homurdanıyordu. Üstümde sadece eskimiş bir baddaniye vardı. Fazla pis kokuyordu ama aldırmadım. Askerler uyandığımı gördüklerinde adeta sevinmişcesine söylenmeye başladılar. ‘Seni pislik karı. Bir an öldüğünü düşünüp sevinmiştik, ama gördüğümüze göre hiç fena sevişmiyorsun.’’ Birden kalbime bir soğuk bıçak saplanmıştı. Ağlayamadım. Gülemedim. Tepki bile vermedim. Öylesine pis hissediyordum ki. Banyo yapmak istiyordum. Herhalde askerlere bu isteğimi söylesem kıçlarını açıp gülerlerdi bana. Öyle ki ben bir köleydim. En kötüsünü hakediyordum. Tecavüzü, hırpalanmayı acımayı hakediyordum. Bana sahip olan asker ise bizden biraz uzakta üstü naylonla kaplanmış olan bir sandalyeye oturmuş camdan bakınıyordu. Ondan tiksiniyordum. Bakışlarım odadan çıkana dek onun üzerinde oldu. 2 sırp askeri kolumdan tutarak ve iteleyerek beni koğuşuma doğru götürmeye başladı. Yol boyunca elleriyle taciz etmeyi ihmal etmediler. Tepki veremedim. Veremezdim. Tek dileğim kendimi bir yerlerden atabilmek ve daha fazla acı çekmeden ölebilmekti. Koğuşa geldiğimde insanların gözleri üzerimdeydi. Kimisi aralarında fısırdaşıyor kimisi ise görmezden geliyordu. Koğuşta sıklıkla konuştuğum ve kendime yakın hissettiğim tek kişi vardı. O da Samira’ydı. O B.’den geliyordu ve benden biraz farklı bir hayat hikayesi vardı. Ailesinin zoruyla evlendirilmiş daha sonra evlendiği adama aşık olmuştu. Askerler evi bastığında kocasını öldürmüş onuda buraya getirmişti. Samira usulca yanıma yaklaştı. Alnıma ufak bir öpücük kondurarak kolları arasına aldı beni. Ağlamayamadım. Tepkide veremedim. Sadece gözlerimi kapatarak buradan kurtulduğumuz günü hayal etmeye başladım.
‘’Çok canın yandı mı?’’ ‘’Evet.’’ ‘’ Dayınılacak gibi değil. Sen... Daha küçücüksün.’’ Samira ağlamaya başladı. Buz gibi olmuş ellerimi tutarak bana güç vermeye çalıştı. Tepki bile veremiyordum. Bitap bir haldeydim. Çok yorgundum.
1994 / Mayıs Şimdi her şey daha berbattı. Yaklaşık yedi kez daha tecavüze uğramıştım. Her seferinde farklı farklı sırp erkekleri ve farklı fantaziler eşliğinde. Bize bir köpekmişiz gibi davranıyorlardı. Bundan yaklaşık bir buçuk ay sonra hepimiz sırayla komutanlara satılmaya başlamıştık. Savaş son hızıyla devam ederken koğuşlarda artık insanların sayısı bir elin parmağını geçmeyecek sayıdaydı. Zaman geçtikçe bazılarımız artık bu şartlara dayanamıyor ve ölüyor, bazılarımız ise benim gibi sigara karşılığında satılıyordu. Burada esir tutulduğumdan beri en az 10 kilo verdiğimden emindim. Bedenim sadece kemikten oluşuyordu. Yüzüm çökmüş, vücudum halsiz, ellerimde ve bacaklarımdaysa kocaman yaralar çıkmıştı. Kafalarımız önce ellerimizde bez parçaları bağlı bir şekilde bizi tenekeye benzeyen büyük bir kamyonun arkasına bindirdiler. Sadece kadınlar geliyordu. Çocukları ne yapacakları hakkındaysa bir fikrimiz yoktu. Annelerin hepsi yavrularından ayrılırken adeta sinir krizi geçiriyor askerlere saldıranlar bile oluyordu. Kadınları anlaşma üzeri sattıkları için onlara dokunamıyor en sevdikleri şeyi yapamıyorlardı. Kafasına sıkmayı… On on beş tane kadın arka arkaya sıralanmış bir biçimde demirleri paslanmış leş kamyonete bindirildik. Daha doğrusu itildik kakıldık... İçerisi o kadar havasızdı ki. Bu da yetmezmiş gibi envai çeşit böcekler vardı. Kimsenin aldırış edecek hali yoktu. Herkes çökmüş ve rezil bir haldeydi. Bizi kamyonetlere bindiren askerler arasında bana ilk kez sahip asker’de vardı. Bana o olaydan sonra hiç sahip olmamıştı. Onu avlu’da su kovaları taşırken bir kaç kez görmüş ve içimden türlü hakaretler saydırmıştım. Diğerlerine göre bana hakaret etmez, konuşmaz ve tepki vermezdi. Yüzümü kaldırdım gözlerinin içine baktım. İçimde garip bir nefret ve farklı bir de his vardı. Ölmeden ölümümü ilan etmişti o. Ölmüştüm işte. Sadece canlı bir cesettim ben. On altı yaşında kadın olmuş bir ceset. Bunları hiç haketmemiş ve tek suçu müslüman olmak olan bir cesetttim.
Kısa bir yolculuğun ardından iki asker eşliğinde kocaman ve henüz zarar görmemiş olan bir eve getirildim. Kapıyı bize bir kadın açtı. Ellili yaşlarına yeni girmiş sırma gibi saçları olan mavi gözlü kadın. Yüzü kırışmıştı biraz ama yinede içeri girdiğimizde hafif bir tebessüm attığında gençliğinde güzel bir hanım olduğunu anlamıştım. Beni derin derin süzdü ‘’ Beni izle’’ diyerek merdivenlere ilerledik ve yavaş adımlarla yukarı çıktık. Evin hizmetçisi gibi bir şey olmalıydı. Ya da kahya. Ama sözü geçen bir kadın olduğu belliydi. Merdivenler kaliteli bir ahşaptan yapılmıştı. Evin çeşitli yerlerinde siyasi resimler ve sırp bayrakları yer alıyordu. Koca koca desenli kilimleri bu sıcakta neden kaldırmadıklarına anlam verememiştim. Merdivenlerin kollarına dokunmam ve pisletmemin yasak olduğunu belirtti bayan. Merdivenleri güçlükle çıktım. Kollarımdan beni tutan iten kakan bir asker yoktu bu sefer. Kadın beni banyoya bıraktıktan sonra gitti. En son ne zaman banyo yaptığımı hatırlamıyordum bile. Suyun altına heyecanla girdiğimde saçlarımdaki bitler birer birer dökülmeye başladı. Onları temizlemeye çalıştım ama oldukça fazlaydılar. Uzun uzun yıkanmak istemiştim ama kahya bayanın bana kızabilceğini düşünüp yarım saatten fazla kalmak istemedim. Çıplak halde banyo küvetinden çıktığımda birden dona kaldım. O zaman dek aynaya bakmaktan bilinçli olarak kaçınmıştım; ama bu kadar uzun bir zamandan sonra tesadüfen bakışlarım yansımama takılı kalmıştı. Hipnotize olmuş gibi aynadaki görüntüme baktım. Korkunç görünüyordum. Bir yabancı gibi yüzümü yokladım. Ön dişlerimden birisi kırılmıştı. Bunun ne zaman olduğunu hatırlamıyordum. Diğer dişlerim siyahtı ve çürümüştü. Saçlarım tamamen keçeleşmişti Vücudum, üzerine deri örtülmüş bir iskelet gibiydi. Burnum kocaman görünüyordu. Bu görüntüye bakmak acı veriyordu. Ama artık bakışlarımı aynadan alamıyordum. Bu olaydan sonra aynadan sanki o tehlikeli canavarmış gibi sakındım. İçimi müthiş bir korku salıyordu....
Aradan yaklaşık bir ya da iki ay geçmişti. Burada bulunduğum süreç içerisinde kahya kadın’a ev işlerinde yardım ediyor ve evin sahibi olduğunu bildiğim komutan Lubyan’ın gönlünü hoş tutuyordum. Kabaca bana sahip olmasına izin veriyordum. Evin bir nevi hizmetçisi olarak çalışıyor geceleriyse bir fahişeye dönüşüyordum. Bana güzel giysiler veriyordu ve haftada bir kez banyo yapmamıza izin veriliyordu. Düzenli olarak yemek yiyordum. Köle hayatıma daha farklı şartlarda devam ediyordum sadece. Halimden memnun olmadığımı söylemem resmen nankörlük olurdu. Şu halime bile dua eder olmuştum. Burada olmam, hala hayatta kalmam bile mucizeden farksızdı. Komutan benimle ilişkiye girmediği zamanlarda bana hayalet gibi davranıyordu. Bu duruma alışmam zaman almadı. Hala tecavüz olarak adlandırdığım fakat tek farkı artık karşı koymadığım bu durum hamile kalmamla son buldu. Komutan kesinlikle bu bebeğin doğmasına karşı olduğunu söyleyerek karnımdakinin bir an önce yok edilmesini emretti.
O gece kapımın kilidi açıldı ve kahya hanım beni sarsarak uyandırdı. Kolumu sımsıkı tutarak beni fazlaca soğuk olan bodrum’a indirdi. Neler olacağını tahmin ediyordum. Çok fazla umrumda değildi. Tek istediğim bir an önce bitmesiydi. İçeride kahya hanım, ben ve doktor dışında iki asker daha vardı. Daha önce hiç görmemiştim onları. Komutan Lubyan ortalarda görünmüyordu. Sedyeye yatmamla kasıklarımda bir yanma hissetmem bir oldu. Daha sonra aptallaştım ve uykuya daldım. Uyandığımda gözlerimi yine aynı yerde açmıştım. Fakat bu sefer odada komutan Lubyan vardı. Çırılçıplaktım. Uyanır uyanmaz garip bir ürperti hissettim. Canım yanıyordu. Hareket etmekte güçlük çekiyordum. Rahim’im yanıyordu. Masadan kalkmak istedim ama pek fazla buna gücüm yoktu. Gözlerimi çekinceyle komutan Lubyan’a çevirdiğimde elinden hiç düşürmediği viski bardağıyla karşımda öylece oturuyor, bakışlarını kapıdan tarafa çevirmiş bir biçimde tebessüm bile etmiyordu. Beş dakika kadar hareketsiz bir halde öylece kalakaldı. Yavaşça yerinden doğrularak bana doğru ilerledi. Gözleri dönmüş gibiydi. Viski bardağını aniden kapıdan tarafa fırlatması ve beni sedyeden saçlarımdan çekerek yere itelemesi bir oldu. Kocaman postal giymiş ayaklarıyla çıplak bedenime tekme atıyor bir yandan hakaretler savuruyordu. ‘’ Senin gibi bir orospunun çocuğunu sahipleneceğimi düşünmedin değil mi? Seni pislik Bosnalı.’’ Canım hiç olmadığı kadar yanıyordu. Belime belime attığı tekmeler sonucu cinsel organımdan kanlar gelmeye başlamıştı. Oysa bunu yapmaya devam ediyordu. Daha önce evlenmiş fakat çocuğu olmamış bir adamın şimdi fahişesinden çocuğu oluyor ve adam bunu elbette kabullenemıyordu. Bunu bana kahya kadın anlatmıştı. Komutan seneler önce evlenmiş ve delicesine aşık olduğu kadından çocukları olmadığı için boşanmıştı. Karısının kısır olması askeriyede alay konusu olmuş, komutan bir süre sonra bu durumu kabullenemeyerek eşinden ayrılmış. Şimdiyse acısını benden çıkarıyordu. Benden ne kadar nefret ettiğini tahmin edebiliyordum. Çocuğunun benim gibi birisinden değil de karısı ya da sevdiğinden olmasını tercih ederdi her erkek gibi. Çeşitli hakaret, dayak ve işkenceden sonra gözlerimin karardığını hissettim. Kendime geldiğimde kahya hanım başımdaydı ve odamda yatıyordum. Gözlerimi açtığımda gördüğüm tek şey onun donuk suratıydı. Yatağın kenarından bir halatı çıkardı. Kapıyı üzerimize kilitledi. Bu da ne demekti? Kendimi asmam emredilmişti. Halatı görür görmez geri geri kaçtım ve üzerimdeki yorganı kendime doğru çektim. Kahya kadın kolumdan tutarak kendine doğru çekmeye çalıştı. Bir süre hıçkırıklar ve çığlıklar içinde ona karşı koymaya çalıştım. Fakat fazlaca zayıf düşmüş bedenim daha fazla dayanamadı. Yerimden son derece zor bir biçimde beni doğrultarak buruşuk ellerinde titreyerek tuttuğu bez parçasıyla kalça hizamda birleştirdiği zayıf ellerime en az beş kere düğüm attı. Ayaklarım için sandalyeyi hazırladı. Yavaş hareketlerle sandalyeye çıkarttı beni. Adeta boğazım düğümlenmişti. Konuşamıyordum. Konuşacak gibi olsam boğulacak gibi hissediyor yapamıyordum. Gözümden süzülen yaşlara mani olamıyordum. Bu kadar şey yaşamışken şimdi kendi ölümümün kendi elimden olması gerçekten trajikti. Daha farklısını hayal ettiğimi itiraf etmeliydim. Kadın, halat’ı yukarıya çakılı olan kalın kancaya zorlukla geçirdi. Kopması imkansız görünüyordu.. Halatı boynuma yavaşça geçirdi. Ağzını bir kere bile açıp tek kelime etmedi. Bana bakıyordu sadece. Gözlerindeki garip hüznü görebiliyordum. Ama bir şey yapamadığı ve yapacağı belliydi. Sadece ona verilen emirleri uygulamakla görevli olan bir kadındı o. Hafifce başını salladı. İkimizde hiç konuşmadık. Boynuma halatı geçirdikten sonra yavaşça doğruldu. Gözlerimdeki korkuyu görebiliyordu. Gülümseye çalıştı, bakışları üzerimdeydi. Göz gözeydik artık. Yavaşça ayağının yerden oynadığını hissetmeye başladım. Üzerinde bulunduğum hasır sandalyeye doğru. Ölümüme doğru yaklaşıyordu. Kalbim deli gibi, duracak gibi atıyordu. Gözlerimi kapatmadım. Hala kadınla göz gözeydik. Yaklaşık beş saniye sonra sandalyenin yavaşca oynamaya başladığını hissetmemle sandalyenin devrilmesi bir oldu. Kadın aniden sandalye devrilir devrilmez odanın kilidini açarak oradan ayrıldı. Her şey o kadar ani olmuştu ki. Birden bire ayak tırnaklarımdan saç telime kadar hissettiğim o sancı.... Kurtulmak için en ufak bir çabada dahi bulunmadım. Kaderime boyun eğiyordum... İnsan ölürken düşünemez sananlar yanılıyorlar. İnsan bir kaç saniye içerisinde öyle çok şeyi geçirebiliyor ki aklından. Geçmişini, yaşadıklarını ve cennet’e sakladığı yaşayamadığı hayatını...
1993 / Bosna Hersek - Velika Kladuşa. (2 ay sonra Velika Kladuşa kurtarıldı.)
| |
| | | Nathan Depardieu Vampir
| Konu: Geri: Vampir Alımları Cuma Şub. 14, 2014 11:51 am | |
| Hemen hallediyorum bağyanlar. | |
| | | Persephone Vlonjati Vampir & Üniversite Öğrencisi
| Konu: Geri: Vampir Alımları Cuma Şub. 14, 2014 12:38 pm | |
| Persephone Vlonjati
- Spoiler:
Bağışlanan bir can mı? Yoksa, lanetlenmiş bir beden mi?
O gün, hayata geri dönmeme neden olan olaydan bir saat öncesine kadar her şey çok mutlu bir şekilde gelişiyordu hayatımda. Sevdiğim adam, ailem, işim ve dostlarım. Herkes yanımda oluyor beni ne kadar çok sevdiklerini dile getiriyorlardı. Anlayacağınız gibi küçük bir ev toplantısı gibi bir şey olmuştu. Chris, sevdiğim adam neden böyle bir toplantı istedi en ufak bir fikrim yokken ikimizde aileleri çağırmış ve ortak dostlarımızı normal standartlarda yaşadığımız bu eve çağırmıştık. Belli bir süre içerisinde herkes gülmüş, eğlenmiş ve birbirlerine daha da sıkı bağlanmıştı. Sonra beklenen an gelmişcesine herkesi bir suskunluk kaplamıştı. Ve hepsinin gözü bedenimde dolanmaya başlamıştı. Kimisinin gözü ışıl ışıl parlarken kimisi aynı şeyleri yaşamak istercesine imrenerek bakıyordu. Hala anlam veremediğim bu olaya Chris ışık tutmuştu. Kanepede otururken, bir anda karşımda beliren Chris dizlerinin üzerine çökmüş ve arkasından çıkardığı bir yüzüğü göstererek evlilik teklifini etmişti. Bu andan güzel ne olabilirdi ki? Kısa sürelik bir şaşkınlığın ardından yüzümde beliren narin bir gülümseyişin ardından elimi uzatarak yüzüğü takmasını işaret etmiş ve ardından dudaklarına küçük bir öpücük kondurmuştum.
C: Benimle, benimle evlenir misin hayatım? Sonsuza dek, bu deli kişiliğe katlanabilir misin? A: Chris... Şaka mı yapıyorsun. Tabî ki de.. Seni seviyorum! B: Tebrikler çocuklar. Hey, Amber Chris'e söyle birazda Jack'e öğretsin şunları. Yoksa elli yaşımda anca evleneceğim. J: Haha Britney, hayatım, elli yaş mı? İstersen hemen yarın evlenebiliriz. B: Seni ahmak, biraz romantik olmayı dener misin?! Ah, pardon çocuklar ama Jack'te romantizmden hiç bir şey kalmadı gibi. Her neyse gidelim Jack. Birileri yalnız kalsa iyi olur. M: Kızım. Mutluluklar, Chris çok iyi bir adam. Seni üzmeyeceğinden eminim. A: Teşekkürler anne...
Bu şekilde gelişen kısa bir dialoğun ardından anneme sarıldım ve gözlerimden yere düşen damlalar ile onu kapıya kadar geçirdim. Sırada ne vardı? Merak etmiyor değildim. Nasıl olsa gün henüz bitmemişti. Ve Chris, süprizler konusunda oldukça başarılı olabiliyordu...
Annemin gözden kayboluşuna kadar kapıdan onu izlerken, belimde dolanan bir sıcaklık ile başımı arkama doğru çevirmiştim. Göbeğimin olduğu yerde kenetlenen ellerimizin ardından ışıl ışıl parlayan gözlerle karşılaşmanın sonrasında gözyaşlarımı saklamak epeyce zor olmuştu. Omzuma düşen saçlarımın burnuna gelmesinden dolayı hapşırmıştı müstakbel eşim ve bu sırada ellerimiz çözülmüştü doğal olarak. "Hayatım, üzerine bir şey al. Bu geceyi dışarıda geçiriyoruz. Ben mutfakan mendil alıp geliyorum" Bu sözleri duymam için yüksek tonla söylerken mutfağa giden Chris'in ardından hemen üst kata çıkarak elime gelen ilk elbiseyi üzerime geçirerek aynada bir süre oyalandım. Sürekli olarak parmağımdaki yüzükle oynuyordum. Ve tekrar aynaya bakıp gülümsüyordum.
"Hey, çabuk ol! Unuttun mu, sabırsız bir eşin var senin" Elbisemin üzerine bir mont aldıktan sonra medivenlerden sekerek inmeye başlamıştım. Merdivenlerin bitiş noktasında beliren Chris, son basamakta sekişimin ardından beni kavrayarak bir anda kendimi onun kollarında bulmamı sağlamıştı. Ve arabaya kadar beni kollarında taşımaya devam etmişti. "Nereye gidiyoruz?" diye meraklı bir şekilde sormuştum beni koltuğuma nazikçe yerleştirirken. Fakat hiç bir şey söylemeden hemen kapımı kapatan Chris, arabaya bindiği gibi "Süprizler konusunda hassasiyetimi biliyorsun tatlım. Hadi bir öpücük ver ve kapa bu konuyu." sözlerini söylemiş ve ardından başını bana doğru getirerek güzel bir öpücük almıştı. Ve bu öpücükten hemen sonra arabayı çalıştırarak yola koyulmuştuk.
Yol boyunca merak içinde çatlıyordum. Hala Londra'da geziniyorduk. Amaç neydi? Nereye gidiyorduk? Hiç bilmiyordum. Merakıma hakim olamadan bunları düşünürken Chris virajlı bir yola sapmış ve bana bakıp beni sevdiğini söylemeye çabalamıştı. Gözüme çarpan bir ışık ile kafamı çevirdiğimde dudaklarımdan çıkan tek söz "Chris, araba!"demek olmuştu. Ve gerisini hiç bir zaman hatırlayamamıştım bile. Ölmeden önce duyduğum tek söz, Seni seviyorumdu. Ve ben şu anda hala yaşıyorum. Peki nasıl? Bilemiyordum. Sadece, bir açlık hissi vardı. Ama daha öncekiler gibi değildi bu his. Kan.. Kan istiyordum.
Kısacası, nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde vampir olmuştum. Ve şu an, yeni bir hayatın bana verildiği yerde bulunuyordum. Bir ağaçlığın hemen yanında, kazanın olduğu yerden yaklaşık yirmi beş metre ilerisinde.
| |
| | | Thomas Alkas Avcı & Üniversite Öğrencisi
| Konu: Geri: Vampir Alımları Cuma Şub. 14, 2014 12:40 pm | |
| | |
| | | Felix Vlonjati Vampir
| Konu: Geri: Vampir Alımları Cuma Şub. 14, 2014 1:59 pm | |
| . Felix Vlonjati . Aeron Knox Caulfield'in Irk başvurusunda mevcuttur. | |
| | | Ilyna Sky Avcı & Üniversite Öğrencisi
| Konu: Geri: Vampir Alımları Cuma Şub. 14, 2014 2:00 pm | |
| | |
| | | Sylvia Walker Vampir
| Konu: Geri: Vampir Alımları C.tesi Şub. 15, 2014 1:03 am | |
| Adı ve Soyadı: Sylvia Walker Okunduktan sonra silinebilir mi? (Daha önce bir sitede kullanmıştım.) - Örnek RPG:
Kullanıcının isteği üzerine RP silinmiştir.
| |
| | | Evaris Sky Cadı
| Konu: Geri: Vampir Alımları C.tesi Şub. 15, 2014 1:17 am | |
| | |
| | | Drago Krosigk Vampir
Yaş : 29
| Konu: Geri: Vampir Alımları C.tesi Şub. 15, 2014 6:24 am | |
| Adı ve Soyadı: Drago Krosigk Örnek RPG:- Spoiler:
Berlin'in her yerinde yangın, duman ve sessizlik hakimdi. Etrafta yatan vücutları Rus askerleri tek tek dürtüyordu. Ölmemiş olanlara son bir kurşun daha sıkıyorlardı. Gözlerini güçlükle açabiliyordu Drago. Yanındaki ölmüş askerlerin kan kokularını alıyordu. Üst üste yığılmış vücutların arasında Rus askerlerinin sırtı dönükken yavaşça başını döndürdü. Bir bina boşluğu vardı. Kendini merdivenlere doğru bıraktı. Küfür olduğunu düşündüğü bir kaç Rusça kelimelerin ardından Ruslar o bölgeye toplanmaya başladı. Ayağa kalkıp duvarın arkasına gizlenmişti. Kendisiyle beraber yuvarlanan üç beş vücuda kurşunlar yağdırdıktan sonra Ruslar söylene söylene oradan uzaklaşmıştı. Sol kolundaki üç beş kurşun yarığına baktı. Başı dönüyordu. Arkadaşlarından aldığı kan kokusunu kendi kanının kokusu zannediyordu. Kendine hakim olamıyordu. Ölü vücutlardan birisine gitti. Yarasının etrafını yalıyordu. Vücuda girememiş bir kurşunu derisinin üstünden çıkarttığı an üstüne doğru kan fışkırdı. Bu kanı emmeye çalıştı.
Vücudunun kontrolünü tekrar elde ettiğinde elleri, üstü, her yeri kanlar içindeydi. Daha önce bir çok savaşta böyle olmuştu. Bir haberci olmasına karşın hep kanlar içinde, ölü vücutların etrafında bulmuştu kendini. Ama daha önce hiç bu kadar şaşırmamıştı kendisine. Birisinin kanını emmişti? Küçükken babasından duyduğu hikayeler aklından geçiyordu. Üç numara saçlarına ellerini götürüp gözlerinden yaşlar akmaya başladığında Rusların zafer çığlıklarını duyuyordu. Almanya savaşı kesin bir şekilde kaybetmişti. Artık emindi. Her canlının tadacağını ön gördüğü ölüm sonunda Adolf Hitler'in de kapısını çalmıştı. Fakat onun kadar önemli birisi bile ölecekken, Drago, yaşıyordu. Kolları delik deşik kurşun yarasıydı. Fakat acı hissetmiyordu. Güçlü hissediyordu. O hikayelerin gerçek olma ihtimali var mıydı? Olmasa dahi oradan kaçmaktan başka çaresi yoktu. Binanın molozlarına tırmanıp yolun diğer tarafına geçti. Molozların arasında bulduğu bir kaç tozlu ve külle kirlenmiş çamaşırı üstüne geçirip Alman üniformasını üstünden attı. Rus askerler Führerbunker'e doğru gidiyor olmalıydı. Kıpırdayan birkaç el, yardım isteyen, Rusların gözünden kaçmış askerler... Binanın tepesinde yanmış bir Nazi bayrağı... Sonları seneler öncesinden belli olan bu manzaraya aldırış etmeden yürümek o kadar zordu ki... Önceki gün beraber gülüp eğlendiği bir alay yerde yatıyordu, vücudundaki kurşunlarla elbette... Oradan koşup uzaklaşmak istiyordu. Karnı önceki bir aya göre toktu. Susamamıştı. Bol bol kan kokusundan başka bir şey duymuyordu. Sadece teninde hafif bir yanık hissi vardı. Gölgeye her girişinde geçen türlerden. Yürümek bile zor gelirken koşmak, o bedenlere basa basa koşmak...
Gözlerini kapatarak koşmaya başladığında bir vücuda takılıp düşmüştü. Gözlerini açtığında ise saniyeler önce olduğu yerin metrelerce ötesinde olduğunu fark etti. Anormal düzeyde elbette... Babasının vampirlerle alakalı hikayeleri sağ kulağındayken sol kulağında ise arkadaşlarının Sovyet kamplarının ne kadar karanlık ve dehşet dolu olduğunu anlattığı geçiyordu. Gözleri yavaş yavaş kapandı. Ayağa kalkıp gözlerini açtı. İleriye baktı. Yol boyunca uzağa doğru. Geriye dönüp geldiği yere baktı. Geldiği yere doğru yürümeye başladı. Teslim olacaktı. Teslim olup Sovyet Kampı'na gidecekti. Açıkta teni yanıyordu. Karanlık bir yere gitmesi gerektiğini düşünüyordu. Ve oradan daha karanlık başka bir yer bilmiyordu. Gece körlüğü hastalığına yakalanan insanları defalarca kez duymuştu. Gidip teslim olacaktı. Eğer babasının söyledikleri doğruysa, ve eğer gerçekten kan emecek kadar ileri gittiyse, o bir vampir olmalıydı, istese de istemese de... Savaşın acıları dinene kadar orada kalabilirdi. Tabii kan ihtiyacını nereden gidereceğini o zaman düşünmemişti...
| |
| | | Ilyna Sky Avcı & Üniversite Öğrencisi
| Konu: Geri: Vampir Alımları C.tesi Şub. 15, 2014 6:26 am | |
| - Evaris Sky demiş ki:
- Rütbe verilmiştir.
| |
| | | Ianthina Fundoti Vampir
| Konu: Geri: Vampir Alımları C.tesi Şub. 15, 2014 1:21 pm | |
| Ianthina Fundoti. Legion Vainglory'e PM gönderilmiştir. | |
| | | Brandon Sky Avcı
| Konu: Geri: Vampir Alımları C.tesi Şub. 15, 2014 1:24 pm | |
| - Ianthina Fundoti demiş ki:
- Ianthina Fundoti.
Legion Vainglory'e PM gönderilmiştir. Memnuniyetle veriliyor ^^. | |
| | | Ysebel Moore Vampir
| Konu: Geri: Vampir Alımları Ptsi Şub. 17, 2014 8:45 am | |
| Ysebel Moore
- Spoiler:
"Karanlığın ruhsuz saatleridir insanların melankolik düşüncelere daldığı vakitler. Gökyüzünün karanlığı insanın nacizane ruhuna yansımışçasına başlar bütün kabuslar. İşte o vakitlerdir güneşin gökyüzündeki saltanatını hatırlatırcasına yükselmesi. Hayatta böyledir. Kadınlar dünyamıza girene dek o lanetli karanlığın içinde hapsolmuşçasına çırpınırız. Kurtulmak için yardım dileniriz, tırnaklarımızı etlerimize geçirir ve o büyük acıya rağmen sadece bir rüya olduğunu söyleyip dururuz ta ki acı dayanılmaz olup parçalanan etlerimizden damla damla kan akana dek. O an hayattan vazgeçtiğimiz andır. Ve o an, güneşimizin doğduğu andır. İşte insanoğlu buna aşk diyor. Aslında erkeğin cehennemine gönderilen kurtarıcı meleğe olan bağlılığıdır. Ve en sonunda, o melek öldüğünde yine aynı karanlığa mahkum kalır erkek. Bir sonraki kurtarıcısını bekler. İşte doğunun büyüleyici manzarasında, bir gün ışığı gibi parıldayan o kadınla o zaman tanışmıştım. Hayatımın karanlığında. Bütün cesaretimin kırıldığı tam o anda gelip beni buldu. Ancak beraberinde getirdiği karanlığı fark edemeyecek kadar aydınlığına aşıktım. Soluğunu verişine bile hayrandım, nasıl fark edebilirdim ki? Sadece tesadüf diyordum. Onun için bir araç olduğumu fark ettiğimde bütün doğu karışmıştı. Muggle yapımı silahlar ve büyücülerin kullanmasının yasaklandığı o lanetler girmişti devreye. Sanki dünyanın sonu gelmişçesine büyük bir savaş vardı. Yıkım her yerdeydi. Ölümün uğramadığı ev kalmamıştı. Koskoca doğu yarım adası yok olmuştu. Bütün bunlar olup biterken, biricik sevgilimi öldürmek zorunda kalmıştım. İnsanlığın devamı için, biz büyücülerin bir sır olarak kalmaya devam etmemiz için onu öldürdüm. Sonuçta Juliet'in ölümünde birazcıkta olsa Romeo'nun da payı vardı öyle değil mi? Sonrasını hatırlamıyordum. Sanki büyük bir büyü yapılmışta o zamanlarda yaşananlar hatıralarımızdan silinmiş gibi, o günlerim tamamen karanlıktı. Sadece bulanık hatıralarım. Ve her biri ona ait güzel anılardı. İlk tanışmamız, gülümsemesini bir gün ışığına benzedişim ve ilk sevişmemiz. Bütün anılarım onun kahramanım olduğu günlere ait anılarımdı. Ve bütün bu yaşananlara rağmen, ne zaman güneşin doğuşuna şahit olsam, yüzümde buruk bir gülümseme oluşuyor. Sonumuzun böyle olmaması gerekiyordu, diyorum. Şu masallardaki mutlu sonlara kavuşmak bizimde hakkımızdı diye düşünüyorum hep. Ve çok sarhoş olduğum zamanlarda aklıma onu öldürdüğüm o an geliyor. O bakışlarını hatırlıyorum. Sanki gülümsüyor. Biliyor ki bu ölüm onun kurtuluşu benim de mahkumiyetim olacak. Ve benim tatlı güneşim bütün günahlarıyla batarken, ben kendi karanlığımda yok oluyorum."
Saatlerdir soğuk suyun altında kendine gelmeye çalışıyordu. Bugün de diğer günler olduğu gibi çok geç uyanmıştı ve bu yüzden bütün gün çok yorgun hisseeceğinden emindi. Bütün gece babasının günlüğünü okumuştu ve sonrasında da uyumak onun için çok zor olmuştu. Bu yorgunlukla kendisini soğuk suyun altına attı. Her damla, çıplak vücuduna çarparken, acı çekmesine rağmen kendine geliyordu. Bir nevi işkenceydi bu. Babası aşka inanmayan güçlü bir büyücüydü. Kızını da tıpkı kendisi gibi yetiştirmişti. Ancak yine de zaman zaman Beatrice büyük babasının anılarını dinlemekten kendini alamazdı. Onun gözleri ile gördüğü dünya; kaostan uzak, mutluluğun esas ilkelerden biri olduğu bir dünya idi. Düşünceler, düşünceler, düşünceler... Banyonun soğuk mermerlerine attı adımını. Suyu kapatıp, havluyu es geçerek odasına ilerledi. Kaşmir halının üzerinde ilerlerken, düşünebildiği tek şey ailesine duyduğu özlemdi. Artık ne annesinin nefes alış verişlerindeki zarafeti izleyebilecek, ne de babasının varlığının verdiği güven duygusuyla kendinde olabilecekti. Damlaların üzerinden akışları yavaşlamıştı. Büyük havlusu içinde kaybolurken, baş ağrısının vücudunu fethettiğini hissedebiliyordu. Her zaman kendini diğer öğrencilerden soyutlamaya çalışmıştı ve bunu başarıyordu da. Her zaman dışlanmıştı herkes tarafından. Bunun sebebi seksi yada acımasız olmaması değildi. Yani tek sebebi diyelim. Her zaman etrafındakilere karşı kalkanları vardı. Kimsenin aşmasını istemediği kalkanları... Sırf kırılmaktan korktuğu içindi bunlar. Saçlarından süzülen damlalar dikkatini dağıtınca, düşünmek için fazla çıplak olduğunu farkedince hızla giyinmeye başladı.
"Ben aslında kimim? Hiç kimse. Gereksiz bir bedende yaşayan aptal bir ruh."
Sessizce ortak salondan uzaklaşırken, çarptığı öğrencilerin bile farkında değildi. Boşluk muydu bu, yoksa soyutlanmasının umursamazlık derecesine ulaştığının bir işareti miydi? Bilinmezdi. Kendine senelerdir cevaplarını asla alamadığı sorular soruyordu. Hayatı boyunca cevabını verebildiği tek soru vardı. O da ne olduğu, neler yapabildiğiydi. Metamorfmagus. Gece olmamasına rağmen havanın karanlığı hoşuna gitti. Karanlığı severdi, geceyi. Karanlıkta bazı şeyler gizlemek kolaydır. Bu yüzden aldatıcı görünse de, karanlık yüzüstü bırakıp gitmeyen, tek gerçek dosttu Beatrice'e göre. Aydınlık sizi terk ettiğinde, karanlıkla baş başa kaldığınızı fark edersiniz. Özlemini duyduğunuz ışığın ne kadar boş olduğunu fark edersiniz. Bir gün aydınlık geri döndüğünde, karanlığı göremezsiniz. Ancak o halen oralarda bir yerlerde sizi beklemektedir. Sadece ışık gözünüzü aldığından, göremezsiniz. İşte bu yüzden severdi Beatrice karanlığı. Adımlarını hızlandırırken, rüzgarın tadını alabiliyordu. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Ancak bunun farkında bile değildi. Her zamanki gibi iç sesi konuşuyordu. Hüzün ve umutsuzluk? Belki de çaresizlik. Ayakkabılarının çamura bulanması biraz olsun dikkatini çekebilmişti. Ve yağmuru fark etti. Yukarıya baktı. Yağmur yeni fark edilmenin verdiği alınganlıkla suratını dövüyordu genç cadının. Büyük babası ona her zaman; iyi insanlar kötü şeyler yapmaya mecbur bırakılırlar ise yağmur yağdığını ve meleklerin o kişi için ağladığını söylerdi. Ne zaman yağmuru düşünse, aklına gelen ve yine cevaplayamadığı sorulardan çok daha fazlasını türetirdi. Özlüyordu. Neyi özlediğini bilmiyordu ancak, içinde büyük bir özlem vardı. Bir an durdu. Gözlerini kapatıp, derin bir nefes aldı. Ne zaman hüzünlense bunu yapardı. Bir Hufflepuff'lı olduğu için, ezilenler grubuna girerdi. Ve burada öğrendiği en iyi şey, "Asla gerçek duygularını ve gerçek seni göstermemelisin." idi. Çünkü biliyordu ki, bir başkasının yanında ağlar ya da sinir krizlerine girerse, bu Hogwarts içinde bir alay konusu olabilirdi. Ya da gerçek kişiliği gibi zayıf bir noktasını gün yüzüne çıkartırsa... Her gün lanet ediyordu kendine, hak ettiğim hayat bu mu, diye. Ve yine aynı şeyi yapmıştı, değişmişti. Bir başka Beatrice görüntüsüyle dolaşıyordu bu kalabalık koridorlarda. Tek istediği bir an için sadece kendisi olabilmekti. Yalnızlık, kesinlikle yalnızlık. Bir an tereddüt etse de, gözlerini yine aynı dünyaya açıp, ilerlemeye devam etti. Nereye gittiğini bilmeden, sadece bu aptal kalabalıktan uzaklaşabilmek, yalnız kalmak istiyordu. Yüzünü farkında olmadan düşünceli bir ifadeye bürümüştü. Yanından geçen mutlu çehreleri, yapmacık sevgileri ve onu garipseyen bakışları umursamamaya çalışarak, kendini boş sınıfa attı. İçerisi aydınlık değildi pek, ancak Beatrice bunu fark edemeyecek kadar dalgındı zaten. Ta ki, tanıdık bir ses tonu, onu delip geçinceye kadar.
'Lumos.' Işığın aydınlattığı simanın tanıdık olduğunu görünce, kendini konuşmaya zorladı. Boğazını temizlemeye çalıştıktan sonra, "Selam. Bence bu havada burada tek başına durmamalısın, neden dostlarınla değilsin ki?"dedi yalnız kalmayı umut ederek ve sıraları es geçip, masaların birine, bağdaş kurup oturdu. Çocuk- ki Beatrice bir an için karşısında bir adam duruyor sanmıştı- Beatrice'i yavaşça ve hiç saklamadan süzdükten sonra; 'Aslına bakarsan, pek sosyal biri değilimdir. Dostlarımın kitaplarım olduğunu söylersem, sanırım bana inanmazsın.' dedi gülümseyerek. Ardından sinsi bakışları ile Beatrice'i bir kez daha süzdükten sonra, yanına gelip oturdu. 'Peki senin burada ne işin var Beatrice? Senin dostların neredeler? ' Beatrice buruk bir gülümseme eşliğinde, onu uzun zamandır gizlice takip eden çocuğa baktı. "Benden daha iyi biliyor olman gerekiyor bence. Beni benden daha iyi tanıyan tek kişi sensin sonuçta. Bütün o gözlemlerin ..." Beatrice'i her görüntüsüyle görmüştü o. Herkesin aksine onu farklı karakterlere büründüğünde bile, tereddütsüz tanıyabilen tek kişiydi. Bunu çocuğun aşk kokan bakışlarından anlıyordu her seferinde. Ancak Beatrice aşka inanmazdı. Dostluğa inanırdı, paylaşıma inanırdı. Ama koca bir hayatın paylaşılması onu ciddi anlamda sıkan bir düşünceydi. Flörte inanırdı ancak. Zaten bu yüzden çocuğun o bakışlarına karşılık veriyordu ya. Bakışları boşluğa daldı bir süre. Büyük babasının anlattığı o romantik hikayelerinden biri geldi aklına. Sevgili eşi Dorothy ile olan ilk randevularını anlatmıştı. Aslında başka bir kız ile olan randevusuna hazırlanmak için Dorothy'den yardım istemiş. Heyecan ile randevu yerine erkenden gidip kızı beklemeye başlamışlar. "Bazen gözünün önündekini hemen fark edemezsin." demişti büyük babası. "Bir kıvılcım gerekli. Ya birilerinin seni itmesi ya da onu kaybetmen gerekir. Yoksa kolay kolay anlayamazsın. Hiç kimse gerçek aşkı tek seferde bulamamıştır. Hiç bir insan o kadar şanslı değildir." demişti. Saatlerce beklerken sadece yanındaki kızın güzelliği ile ilgilenmiş. Gecenin sonunda sevdiği kızın onu ekmesi ile çok üzülünce Dorothy onu en sevdiği mekana, harika bir manzarası olan bir tepeye götürmüş. İçkileri de alıp o gece çıktıkları tepeden sabah sarmaş dolaş inmişler. İşte o gece Dorothy aşklarının ilk meyvesine, Beatrice'in babasına hamile kalmış. Büyük babası her zaman insan vücudunun oldukça dürüst bir şekilde tasarlandığından bahsederdi. Kızaran yanaklar, terleyen eller, titreyen ses tonu ve daha nicesi. "Yalan söyleyen insanın beynidir. Kalp asla yalan söylemez. Bu yüzden duyguları açığa çıkartma peşindedir. Güzel sözler duyduğunda yanaklara daha çok kan pompalar. Aşkı hissettiğinde hızlanır, hissedemediğinde ise kırılır. Bilim adamları duyguların beyinde gerçekleştiğini ne kadar savunsalar da yanlıştır. Kalp hisseder." Büyük babasını her zaman romantik bir insan olarak tanımlardı. Aşka olan inancı, şiirsel sözleri ve her zaman gülümseyen gözleri ile sevgi dolu biriydi. Kaybettiği aşkının ardından senelerce gözyaşlarını akıtmıştı. Terk ettiği için ondan nefret etmediğini söylerdi hep. Sadece ilk giden olduğu için kırgındı. Buruk bir gülümseme ile ölümün bile onları ayırmaya gücünün yetmediğini söylerdi. Büyük babası gerçek bir romantikti. Çiçekler ve mumlardan ibaret değildi. Şiir kitaplarından fırlamış, duygusal bir adamdı o.
"İyi ve kötü kavramlarının aslında kardeş olduğunu bilmezdim. Aşk ve nefret gibi. Aralarında çok fark olan bu duygular aslında aynı atadan gelirmiş, tutku. Belki de insanlarda da aynı durum geçerlidir? Aralarındaki farklara rağmen, ortak özelliklere bakmak gerekir. Büyük babamı gecelerce uyutmayan, sürekli düşüncelere dalmasına sebep olan şeyi her zaman kötü olarak gördüm. Tehlikeliydi. Birine kalbini vermek aslında insanın gerçekleştirdiği en tehlikeli hareketti. Çünkü sonu her zaman kötü biterdi. Masal kitaplarında anlatılan mutlu sonlar gerçek değildi. Çünkü henüz bir son değildi. Son ölümdü ve ölüm mutluluk değildi. Ne kadar korksam da, ne kadar kaçsam da en sonunda beni de yakaladı bu ölüm. Bu mutsuzluk. Bu tehlike... "
Karşısındaki tam bir yabancı olsa da; gece yarısına kadar o boş sınıfta kaldılar. Bütün konuşmaları sınıfa giriş anından ibaretti. Sessizce birbirlerinin soluklarını dinlediler. Beatrice bütün o aşka karşıt düşüncelerine rağmen, sevginin ya da sevgilinin görüntü gibi kalıpları milyonlarca kez aştığını anladı. Çünkü bütün gece, müziğin yokluğuna rağmen duyabiliyordu kalp atışlarının o melodik sesini. Her ne olursa olsun veya her kim olursa olsun, kendi benliğinden bir parça bırakır her büründüğü karakterine Beatrice. Ve işte bu Beatrice'in kendi benliğidir o çocuğun aşık olduğu.
"...aşık oldum."
| |
| | | Brandon Sky Avcı
| Konu: Geri: Vampir Alımları Ptsi Şub. 17, 2014 9:08 am | |
| | |
| | | Micheál William Doyle Vampir & Profesör
| Konu: Geri: Vampir Alımları Ptsi Şub. 17, 2014 5:16 pm | |
| Micheál William Doyle Bknz. Arlen Rand | |
| | | Evaris Sky Cadı
| Konu: Geri: Vampir Alımları Ptsi Şub. 17, 2014 9:47 pm | |
| | |
| | | Eloy Beaufort Vampir
| Konu: Geri: Vampir Alımları Perş. Şub. 20, 2014 2:27 am | |
| Eloy Beaufort - Spoiler:
Gece, birkaç saat önce yağmış yağmurun kokusunu taşıyordu hala. Ancak bir vampir bu yoğun toprak kokusunun arasından kan ve çürümüş et kokusunu ayırt edebilirdi. Ölümün; toprağın örttüğü cansız bedenlerin kokusunu. Bakışlarını pürüzsüz mezar taşlarında gezdirdi. Eğer vaktiyle aşkının peşinden gitmemiş olsaydı şu an o taşların bir benzeri, kendi mezarının başına dikilmiş olacaktı ve kim bilir, belki de bir başka vampirin yağmur sonrası fark ettiği çürümüş et kokusu kendisine ait olacaktı. Belki de...
Gözlerini açmadan önce rüzgarın getirdiği tanıdık kokuyu -lavanta, sigara ve ter kokusu- içine çekti. Raha. "Hey." Yalnızca ona özgü olan o boğuk sesi duydu. Bakışlarını mezarlığı kaplayan çam ağaçlarının arasından çıkan kadına çevirdi. Aynı anda hem çok güzel, hem de çok çirkin olmayı başarabilen tek kadın olmalıydı. "Merhaba güzelim." diyerek selamladıktan sonra kadını, ellerini kadının beline dolayıp kendisine çekti. Kendisine hala hayatta olduğunu hissettiren nadir şeylerdendi bu kadın. Onun yumuşak, sıcak teni ve akışkan, tatlı aromalı kanı. Dudakları buluştuğunda buraya gelmeden önce içmiş olduğu sigaranın tadını aldı. Yaşayan birisi için bu, oldukça kötü bir şey olabilirdi ancak Eloy bunu umursamıyordu; hatta hoşuna bile gidiyordu. Bu esnada kadının boynuna dolanmış kollarından birisi önce omuzlarına, sonra beline indi. Kotunun arka cebindeki pakete ulaşmaya çalıştığını biliyordu, ona bunu yapması için izin verdi ancak bir anda kalçalarını sıkıca kavrayan uzun, ince, kemikli parmaklar şaşırmasına neden olmuştu. Geri çekilip yarı kapalı gözlerle kendisini izleyen kadına baktı. Yukarıdan gelen ay ışığı kadının yüzünde gölgeli oyunlar yapıyordu. O an o kadar güzeldi ki... Nasıl oluyordu da bu kadını başkaları ile paylaşabiliyordu? Nasıl izin veriyordu kendisini bu meslekle kirletmesine? Onu güzel elbiseler içinde, pahalı mücevherler takıp büyülü kokular sürerken görebilmek için her şeyi verebilirdi. Ve sonra da onu sergilemek üzere evinin en güzel köşesine yerleştirirdi. Belki kimse ona ulaşamasın diye camdan bir kafes de yaptırırdı?
Kadının boynunu örten saçlarını bir kenara toplayışını büyülenmiş gözlerle seyretti. Beni tanıyor, diye düşündü. Beni oldukça iyi tanıyor. O güzel boynun ne için açıldığını çok iyi biliyordu; kendisi için. Pakete karşılık kan ve ten. Kulağa yeterince adil geliyordu.
---------------------------------------------------------
Cebindeki son parayı da taksi şoförüne verdikten sonra usul usul kendisinden uzaklaşan aranın ardından baktı. Arabanın ışıkları en sonunda yok olana dek küçüldü, bu esnada Raha da kendisine karşı duyduğu şeylerin gittikçe küçüldüğünü, azaldığını hissediyordu. Özgüven, özsaygı, inanç... Geriye kalan tek şey bedeniydi. Posa. Evet, geriye kalan tek şey bu değersiz posaydı. Meyvelere yapıldığı gibi kendisi de çöplüğe atılmıştı; Dünya'ya. Çöplük. Evet, kocaman bir çöplüktü Dünya ve bu çöplükten kurtulmanın yolu yoktu.Bir devinim mevcuttu; Dünya, verdiği canı yine kendisine alıyor ve yeni canlar türetiyordu. Ondan biraz olsun uzaklaşabilmenin, göğe ulaşabilmenin, bahsedilen melek ve cinleri, anka kuşalarını ve ejderhaları görebilmenin tek yolu -kaçmanın tek yolu- halüsinasyonlardı. Beyni bozuk olmadığında -Kim bilir?- tek başına, bir maddeye yahut kişiye ihtiyaç duymadan kaçamıyordu. Birileri, bir şeyler kendisini serbest bırakacak anahtara sahipti; bu yüzden onlarla işbirliği yapmalıydı. Zaten yaptığı şey -birazdan yapacağı şey- de bu değil miydi? İşbirliği.
Mezarlığa girmek için ön kapıyı değil de arka kapıyı - ağaçlıkları- tercih etmişti çünkü ayaklarının altında ezilen, en fazla bir hafta kadar önce dökülmeye başlamış yaprakların çıkarttığı hışırtıyı seviyordu. Toprağın o yumuşak, hemen şekil alabilen yapısını ve çamların kendilerine has kokularını... En sonunda mezar taşları görüş alanına girdiğinde az ötede bir gölgeyi andıran adamı da seçebilir hale gelmişti. Eloy, tek vampir dostu. Tuhaf bir vampirdi; bir yandan oldukça tekinsiz, çekici ancak ürkütücü olsa da öte yandan güzellik ve din konularındaki garip düşünceleri bu vampiri diğerlerinden ayırıyordu. Aslında onu diğerlerinden farklı kılan şey aralarında garip sevgili-dost-düşman ilişkisiydi. Ortak çıkarlara -zevke- dayalı bir ilişkiydi bu ve tuhaf bir biçimde, çok da iyi yürüyordu. Bir aynasız olan Eloy, kendisine uyuşturucu tedarik ederken kendisi de vampire yalnızca sıcak bir tenin ve akmakta olan kanın verebileceği zevkleri sunuyordu. Öldürmek için hiçbir girişimde bulunmadığı bu vampire kendi kanını sunuyordu; avcılar arasında bir günah olmalıydı. Ama bu kimin umrundaydı ki?
Gecenin içinde korku filminden fırlamışcasına ürkütücü duran vampirin kolları arasına girdi. Dudaklarının buluşmasını özlemiş olduğunu ancak o zaman fark etti; insanların aksine oldukça sert ve soğuk olan bu dudaklar, canlı bir heykelle öpüşüyormuş gibi hissetmesine neden oluyordu. Göğsünün dayandığı sert gövdenin, kendisini sıkıca saran kolların gerçekten bir heykele ait olduğuna inanabilirdi, eğer biraz uyuşturucu almış olsaydı. Ellerini vampirin uzun, siyah saçları arasından geçirip kalçasına -saçları o kadar uzundu ki kalçasına geliyordu- ulaştı. Elinin hemen altında paketin çıkıntı yaptığı yeri hissediyordu. Ne kadar zaman olmuştu? Birkaç hafta olmalıydı, saymamıştı ancak o kadar uzun bir süreymiş gibi gelmişti ki...
Ödemeyi önce yapması gerektiğini biliyordu, bu yüzden paketi unutmaya çalışarak parmaklarını sıktı. Kolları arasındaki vampirin irkildiğini hissetti. Evet, böyle. Büyülenmiş bir halde kendisini izleyen kırmızı gözler eşliğinde boynunu örten saçlarını tek bir omzuna doğru topladı. Biraz sonra olacakların etkisine çoktan girmiş, bu yüzden oldukça gergin hissediyordu kendisini. "Öp." diye mırıldandı boynuna gömülen başı hayal meyal görürken. Yanağını, boynunu öpmekte olan adamın saçlarına sürtüp kediyi andıran mırıltılar çıkarttı. Öp. İç. Ve çok geçmeden tenini delip geçen bir çift sivri dişin soğukluğunu hissetti damarlarında, ardından acıyla birlikte akan kanının sıcaklığını...
Acının, zevkinn ve soğuğun etkisiyle titredi. Vücudu her ne kadar güçlü kollar arasında olsa da sarsılışını vampir de hissetmiş olacak ki başını kaldırıp kadına baktı. İyi miydi? Çok mu içmişti kanını? İfadesiz bir yüzle, ancak endişeli bakışlarla kendisini izleyen vampirin teni aynı ışığında olduğundan daha beyaz duruyordu. Bir hayalet gibi. Vampiri kendisine çekerek dudaklarını dudaklarına bastırdı. Benim için endişelenme. Vampirin aralanan dudaklarında henüz soğumamış kanının tadını alırken kendilerini izleyen onca ruhun huzurunda -mezarların arasında- vampir ile birleştirdi bedenini. Sıcak ve soğuğun bu ani karşılaşması -her ne kadar yeterinde ılıdıklarını düşünmüş olsalar da- beklediklerinden çok daha etkili olmuştu. Bedenleri ve kalpleri arasındaki duvarlara yıkılması mümkün olmayan bir başka duvar daha örülürken düşünmeden edemiyordu Raha: Neden aldığı zevkin derecesi artarken hissettiği o aşağılık duygusu da kamçılanıyordu? Kimse tarafından gerçekten sevilemeyecek olmanın verdiği acıyla buruşturdu yüzünü.
Not: Okunduktan sonra kaldırılırsa sevinirim.
| |
| | | Morana Lepoutre Cadı & Üniversite Öğrencisi
| Konu: Geri: Vampir Alımları Perş. Şub. 20, 2014 2:35 am | |
| - Evaris Sky demiş ki:
- Rütbe verildi efenim ^.^
| |
| | | Ambrose Endicott Vampir & Üniversite Öğrencisi
| Konu: Geri: Vampir Alımları Perş. Şub. 20, 2014 11:53 am | |
| Ambrose Endicott Bknz. Efrain Haele Cole | |
| | | Aryna G. Stark Lycan & Üniversite Öğrencisi
| Konu: Geri: Vampir Alımları Perş. Şub. 20, 2014 11:55 am | |
| | |
| | | Dean Bloom Vampir & Üniversite Öğrencisi
| Konu: Geri: Vampir Alımları Perş. Şub. 27, 2014 8:46 am | |
| Dean Bloom - Spoiler:
Bölüm 1
Açıklama: Dünya 500 yıl önce daha fazla tahrip edilmeye dayanamadı. Gökyüzü daha fazla koruyamadı saflığını ve her şey bir anda ellerinden kaymaya başladı doyumsuz insanların. Önce inanılmaz ve dayanılması güç bir sıcak gösterdi etkisini. Bütün buzullar eridi, su kaynakları buhar oldu. Öyle bir kuraklık yaşandı ki, dünya nüfusunun yüzde yirmi beşi bu sıcakta kuruyup gitti. Bu çağın bitişinde ikinci bir buzul çağı yaşandı ve dünya bu sefer görülmemiş bir soğuk havaya ev sahipliği yaptı. Dayanamayan birçok insan yoklukta yerini alırken savaşa devam edenlerin başına hiç beklemedikleri bir illet geldi. Hastalık öyle yakıcıydı ki ne bir çaresi ne de bir ilacı vardı. Biliyordu herkes, hissediyordu ölümü. Çaresiz çırpınışları sadece hızla insanlıklarını kaybetmelerini sağlıyordu. Damarlarında dolaşan kan onlara can vermektense, daha da öldürüyordu gün be gün. Aldıkları her nefesle delilik biraz daha sarıyordu vücutlarını ölüm kaçınılmazdı. İnsan soyu tükeniyordu. Dünyanın sonu buydu. Kıyamet bu denli uzun ve acımasız bir şekilde üstlerine çöküyordu işte. Fakat geride, ta ilk zamanlarda bütün bu olacakların bir kanıtı olarak dünya üzerine gelen dört ırktan haberleri yoktu aciz insanların. Yaşamlarını onlara veren hava, onları besleyen toprak, berraklığın simgesi su ve hayat olarak bilinen ateş. Hepsi en derinde çok derin bir uykuda, sonun başlangıcını bekliyordu. Dünya da zaman tekerrür edecek ve her şey sıfırlanacaktı. Elementerler bir bir uyanırken insanlar da kuruyup gidiyordu. Irk son bulmuş, geriye yeni ve hastalıklı yeni ırklar kalıyordu. Dört elementerin iyileştirebileceği ve dengede tutabileceği dört yeni ırk.
İlk önce ateş uyandı olduğu yerden. Dünyanın merkezinden büyük bir patlamayla ortaya attı kendini. Alev kanlılar dünya üzerine düşerken denge yeniden kendine gelmek için çabalıyordu. Ateş ulusu kibirli ve güçlüydü. Yaşamı onlara emanet eden güç, onlara fiziksel harikalıkları ve gücü bahşetmişti. Hanedan göğe yükselirken Vatralılar gelişlerini tüm dünyaya bildirmişlerdi Ardından su fışkırdı en tepeye. Čistliler fazlaca beklediklerinin farkına varmışlardı. Zarafet ve bilgelik onlarındı. Güzellikleriyle ve içlerinde akışan yaşamla bu dünyaya en çok yakışan belki de onlardı. Hüzün ve yoksulluktan uzak, mükemmelliklerin olduğu bambaşka bir ırktı onların ki. Şifa belki de onlarındı. Toprak olduğu yerden yükseldi ve yoktan var etti kendini. Her şeyin anası ve yapıcı olan. Kamenlılar varlıklarını herkese ilan etmişti. Yaşayan ve ölene. Şimdiye, geçmişe ve geleceğe. Dünya artık onları da ağırlıyordu yaralı bedeninde. Yaşam ve ölümün efendileri yeniden doğmuştu. En son hava teşrif etmişti köhne dünyanın varlığına kendi eşsizliğini. Efsane ırk. Kimselere kendilerini göstermeyen ve güçlerini kendilerine saklayan bir kara delik misali. Gökyüzü onların ve öyle kalacak. Yaşam, ölüm, varlık ve geri kalan her şey yeniden bu gizemli ırkla beraber rayına oturacaktı. Dah, artık her yerdeydi. Vatra: Kelime anlamı ateş-Croatian dilinden alınmıştır.- Dah: Kelime anlamı nefes.-Croatian dilinden alınmıştır. Čist: Kelime anlamı saftır.-Croatian dilinden alınmıştır. Kamen: Kelime anlamı taş.-Croatian dilinden alınmıştır.
Bölüm 2
Hastalık: Kan darbe alıyor, daha fazla saflığını koruyamıyordu. Yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgi kalkmış herkesi ölüme ve karanlığa hapsediyordu. Kurtuluş ve ümit yok denecek kadar uzak bir ihtimale bağlıydı. Mucize ise beklenmedik. Yeni ırkalar ortaya çıkarken deliliğin bütün vücutlarını ele geçirdiğini yavaştan hissediyordu insanlar. Onlar artık insan bile değillerdi. En azından bundan eminlerdi. Önceden yan komşusu olan adamı yeme iç güdüsüyle boğuşan yaratıklardı sadece. İnsanlık içlerinde bir yerde acı içerisinde kıvranırken onlar ölüme daha yakın olanı seçtiler. Belki de zorunda bırakıldılar.
İnsanlar kendilerini tek tek hastalığa terk ederken, dünya dörde ayrıldı. Bedenlerinden kopup giden gerçekliğe inat yaşama tutunma çabasıydı onlarınki. Fakat hastalık acımasızdı. Belki de intikamını böyle alıyordu doğa. İlk kendini gösteren kan bozukluğu, dehşete ve ölüme sürükleyen bir birleşimdi. Diğerlerini geride bırakıyordu bu yeni birleşim. İçgüdüler ve güç hiç bu kadar dorukta olmamıştı. Şehvet ve istek, bunlar hayatın tamamını oluşturur gibiydiler. Durdurulması imkansız bir bomba gibi git gide çoğalıyordu. Ölüm, dehşet ve en önemlisi kan. Kan öylesine güçlü bir istekti ki önüne geçilmiyordu. Ölüm yakındı. Ya da öldürmek mi? Tek bildikleri ve istedikleri şey sonsuz bir beslenmeydi. Ki öylede yaptılar. Çocukları, masum insanları, katilleri herkesi öldürdüler neredeyse. Güçlerinin ve zamanın izin verdiği kadarıyla. Taa ki ateş ortaya çıkana kadar. İşte o zaman gerileyebildi biraz vampirizim. Tamamıyla asla bitmeyeceğini içten içe herkes biliyordu fakat bir umuttu ellerinde kapana kısılmış. Vatra, kibirli ama bir o kadar güçlü olanlar. Yeryüzünde var oldukları müddetçe onlara verilen görevi büyük bir ustalık ve sessizlik içerisinde yerine getireceklerdi.
Ardı ardına kesilmeyen bu ölümlerden sonra bir darbe daha onları ele geçirirken tohumları atılmış ikinci hastalık dünya sahnesine attı kendini. Değişim işten bile değildi. Kan ve öldürme şehvetiyle birlikte biraz daha güçlenen ikinci hastalık ortaya çıktığında geriye kalan masum insanlar için zor zamanlar ufukta gözükmüştü. Her dolunayla birlikte değişen bu ölüm makineleri öldürmenin ve acının bilincine yavaş yavaş varırken açlık onları da sarıyordu. Önüne geçilmez istekleri karşısında bedenleri daha fazla bekleyemiyordu. Kendilerini diğerlerinden ayırıp gerçeklikten soyutlarken, onlardan olmayan herkes birer avdı sadece. Su ulusu bir bir ortaya çıkarken bütün bu olanların farkındaydı. Üstünlük belliydi. Güçlü olan onlardı. Kibir değildi yaşadıkları. Haklı bir üstünlüktü sadece. Ama ölüm çok fazlaydı. Su halkı güçlerini kurt adamlar üzerinde kullanırken çekimser davranmamışlardı. Onlara zeka bahşetmişlerdi. Dönüşümleri sürekli olacaktı fakat bilinçlerini kaybetmeyeceklerdi. Pişmanlık onlara göre değildi nede olsa. Bu savaşta en son isteyecekleri şeydi aptallık.
Üçüncü hastalık tüm bu olanlara daha fazla dayanamayan topraktan geldi. Acı kaçınılmazdı ama ya düzenbazlık? İşte akılları karıştıran şey buydu. Hastalık doğduğunda ortalık biraz daha karışacaktı bu kabullenilmişti. Fakat kimse bunu yaşayamadan bilemezdi. Vücutları değişirken hastalıklı insanların gerçeklik artık uzanamayacakları bir hayaldi. Beyinleri bu hastalığın görüleriyle dolup taşarken delilik vaz geçilmez bir sondu. Fakat Toprak ulusu buna izin vermedi. Kendinden gelen bu hastalığın utancıyla sahiplendi bu hasarlı insanları. Onlara irade bahşetti. Belki en uysal ırk onlardı. Ve yahut görüntü çok mu yanıltıcıydı? Toprak halkının bahşettiği iradeyle birlikte istedikleri zaman istedikleri hayvana dönüşebilen bu yeni ırka şekil değiştirenler dendi. Kimse onlara güvenmezdi doğru dürüst. Korkulan başa gelmişti. Zaten sallantıda olan bu kahpe dünyaya bir de güvensizlik hakim olmuştu. Savaş hiç bu kadar kızışmamıştı.
Ve geriye kalan insanlar. Vah zavallılar. Son hastalık dalgası geride bıraktıklarından da berbattı. Soludukları hava bile işlerini bitirmek için uğraşırken ne yapabilirlerdi ki? Geriye kalan insan ırkı dünya üzerinde yaşanmış en berbat hastalıkların karışımı olan bir karma hastalığa tutuldular. Veba, aids, kanser, verem ve akla gelebilecek en nefret edilesi hastalıklar. Vücutlarını bir bir ele geçirirken son onlar için bir hediyeydi. Fakat Hava ulusu atık saklanmaktan bıkmıştı. Dünya üzerine düştükleri an şifalarını dağıttılar bu muhtaç insanlara. Fakat bir sorun vardı. Kimse artık eskisi gibi olamayacaktı. Geçmiş çöpe atılmıştı ve ellerinde artık yeni ırkalar vardı. Özel insanlarda sahneye çıkmıştı işte. Her birine hastalıktan sonra bahşedilen özel yeteneklerle, bu gizemli dünyaya onlarda hakim olmuştu. Hava ulusu işini her zamanki gibi kimseye belli etmeden yapmıştı. Sinsi ve becerikli. Peki şimdi ne olacaktı? Savaş mı, barış mı? Ölüm mü, yaşam mı?
Hikaye: -Sırasıyla Aidan; Vampir, Andre; Kurt Adam, Paradise; Şekil Değiştiren, Mini; Özel İnsan- Gece içine çağlayan bir sis bulutu misaliydi. Yaşanmışlıkların hepsi geride kalmış ve utançlarla doluydu. Güçsüz, insani, çelimsiz. Dudaklarına dağlayan hayat damarlarına vururken, biraz daha göğe yükseliyordu sanki. İnsanlığı tümüyle geride kalmış bir pislikti. Nereden bilebilirdi ki yaşamın ona bu bahşedeceklerini? Cehennemi en dibine kadar yaşamıştı. Şimdi kendi cennetini yaratacaktı. İntikamını herkesten ve her şeyden alacaktı. İnsanlığa kurban verdiği duygularından geriye kalan öfke ve nefretle yaşayacaktı. Geride bıraktığı cesetlerin bir önemi yoktu. Krallığının temeli olacaktı bu, şimdi çürümeye yüz tutmuş bedenler. Yağmur asfaltı ve saçlarını ıslatırken yavaşça dudağında kalan kanı da diliyle esir aldı. Sarı saçlarını geriye atarken gözlerindeki karanlık tekinsizdi.
Bar beklediğinden de kalabalıktı. Irklar bir bir gruplaşmaya başlamış ve arada elle tutulur bir gerginlik vardı. Dudaklarını gölgeleyen sırıtışla birlikte kendini bar sandalyesinin üzerine bıraktı Aidan. Barmenin suratına bakmadan içkisini sipariş etti ve gözlerini gerçekliğe kapadı. Kulaklarına dolan her bir sesle birlikte sanki yaşamı bitirmeye olan açlığını körüklüyordu. Boğazını parçalayıp atan arzuya karşı direnemiyordu. Nefes alış verişleri hızlanırken kendi kendini sakinleştirmek için aklına tek bir kelime gelmiyordu. Birilerinin boğazını parçalamak sanki tüm acılarının sonu olacaktı. Arzu öylesine doruktaydı ki…
Bir anlığına her şey gözlerinde parladı, yerinden kalkıp yanındaki gotik kıza saldırması bir oldu. Kanı öylesine tatlı ve hayat doluydu ki. Vahşet sanki onun için var olmuştu. Ölüm ne zamandan beri bu denli zevk veriyordu zavallı bedenine? Zehri bedene dağıtırken geriden kollarına yapışan güçle irkilerek kendini boşlukta buldu. Gözlerindeki vahşet bilinmez bir duyguya ev sahipliği yapıyordu. Dudaklarından kopan haykırışla birlikte kendini yeniden yağmurlu gecenin altında buldu. Gerçekliği ve ölümü ayırt edemiyordu. Kulaklarına dolan sesler birbirine karışmıştı. Yokluk bir perde gibi etrafını sardığında gözleri ve ruhu sadece tek bir anı yaşıyordu. Ölümün, insanlığına verdiği tahribatı.
Andre o gece kendine verdiği her sözden bir bir dönmüştü. Aptal bir birliğe hizmet edemiyordu daha fazla. Dünya yeterince dinlemişti savaşın seslerini. Şimdi biraz sessizliğe ihtiyaçları vardı. Fakat artık hiçbir şey normal değildi. Yağmur geceye tecavüz ederken daha ne kadar dayanabilirdi bu anormalliğe beyinleri. Derin bir nefes alıp gökyüzüne dikti gözlerini. Bir ilah, bir kurtarıcı görmek istiyordu. İçten içe kendini yiyip bitirirken dönüşümü en derinde hissediyordu. Kalabalık barın havasız ortamına kendini atarken yükselen kan kokusuyla bütün tüylerinin diken diken olması bir olmuştu. Boynundan bütün bedenine yayılan o bilindik sıcaklığa karşı koyarak vahşetin kaynağına doğru saldırıya geçti. Adamı omuzlarından tutup kaldırırken yerde duran bedene bakmamaya çalışıyordu. Etraftaki akbabalar ne de olsa üşüşecekti başına elementerler gelmeden. Taze kan ve et… Kendine gelmekte zorlanıyordu. Çok uzun zamandır dudaklarına değmemişti taze canlı kanı. Vahşet öylesine gerçekti ki. Ya ölecekti ya da öldürecek. Fakat elindeki vampir çocukla ne yapması gerektiğinden emin değildi. Gözlerini onunkilere kitlenirken sanki ötesinde bir şeyler sezmeye çalışıyordu. Kaybolan bir şeyleri. ”Aptalca ve sorumsuz bu hareketin sonucunda canından olabilirsin!” derken neden karşısındaki çocuğu önemsediğini anlamıyordu. Geberip gidebilirdi. Umurunda mıydı sanki? Fakat suratındaki tanıdık ifadeye karşı koyamamıştı. Şuan her ne kadar kalbini söküp atmak istese de karşı koyamıyordu insanlığına. Alaycı bir ses tonu yükselirken kulaklarına kendini biraz geriye çekmişti. ”Bilmem, keyfimin kahyası mısın? İster öldürürüm, ister öldürülürüm.” Dedi ve dişlerini yeniden çıkardı. O sırada barın kapısı yeniden açıldı. İki genç adam da ne olduğunu anlayamadan kendilerini bilinçsizliğin soğuk sularına bıraktı.
O gecede karanlıkların içinden doğan iki kız kardeş vardı. Kaderin yazgılarını ayırdığı ve cezalandırdığı. Gözlerinde kaybettikleri eski umutların ve zamanların bir çizgisi misali. O geceye karanlıktan bir ışık misali mi yoksa son yaşam kırıntılarının parçası misali mi doğdular çözememişlerdi. Kader onlar için bir yol çizmişti çoktan. Razı gelmek ellerinden gelen tek mantıklı şeydi, fakat ne zamandan beri mantıklı hareket ediyordu ki bu dünya üzerindeki canlılar? Soğuk peşlerinde sürüklenirken ölüm uzak bir ihtimaldi gölgelerle sarılmış bedenlerine. Yaşamaya ant içmiş iki ruhun ıstırabını yaşamayacaklardı. Şimdiye değin zaten bir sürü acı çekmişti bedenleri ve ruhları. Nefeslerini yavaşça düzeltmeye çalışırken yaşamaktı cazip olan. Ayakları altında ezilen ıslak topraktan güç alarak kaçıyorlardı. Birbirlerinin elini sıkıca tutmuş, sanki yaşama bağlanıyorlardı. Asfalt yola adım attıklarında bir an neye uğradıklarını şaşırdılar. Önlerinde iki yol vardı. Geceye yükselen ışıkların altındaki bara kendilerini atarlarken, nasıl bir curcunaya girdiklerini anlayamamışlardı. Yerde yatan bir ölüm selinin üzerine çullanmış akbabalar misali pislik ölüm sömürenler vardı. Mini, Paradise’in elini biraz daha sıktı ve yavaşça geriledi. Burunlarına dolan bela kokusunu alabiliyorlardı. Fakat yaşamak cazip olandı, öyle değil mi… İnsanların üzerinden atlayarak arka kapıya yavaşça yönelmek için harekete geçtikleri sırada içeri dolan soğuk havayla bir anlığına irkildiler. Geriye bakma aptallığını yapamazlardı. İleriye gitmekse bir cesaretti. Mutlak monarşi bitecekti. En azından artık ölümle yaşam arasındaki ince farkı görebileceklerdi. Arka kapıya koşmadan önce birbirlerinin gözüne hızlı ama anlamlı bir bakış attıktan sonra içlerinde kopan korkuyla kendilerini dışarı attılar. Vücutları adrenalinin esiri olmuş gibiydi. Önlerinde duran iki adama doğru süratle koşarken çığlıklar artlarından yükseliyordu. Mini, Paradise’a dönüp sessiz bir fısıltı şeklinde “Özür dilerim…” dedi ve onun da elinden yakalayarak zamanda bir kapı açtı. Gece yerini bilinçsiz bir soğuğa bırakırken kendilerini neye sürüklediklerini bilmiyorlardı. Yanlarındaki iki adamdan hele ki hiç haberleri yoktu.
Yokluk var olan zamana yakışmayan bir karanlık lekeydi. Yaşamak, en uçlarda yaşamak, en bilinmeyen mutluluktu. Unutulmuş bir kahkahanın esiriydi bilinmez bütün ruhlar. Özlemle yanıp kavuşan ve gerçekte hiç var olmamış, olmayacak. Zaman kavramı aslında hiç yoktu. Zaman sadece bir anlamdan ibaretti bedenlerine. Zaman sadece vurup geçen bir düşünce seliydi.
Ciğerlerine dolan temiz havaya şaşkındı bu dört beden. Asırlardır var olmamış bir gerçeklik temeliydi. Rüyalarında bile yaşayamadıkları bir hayalden ibaretti belki de. Hiç bilmedikleri ve görmedikleri… Aidan kendine gelen ilk kişi olmuştu. Ateşin gücünü içinde hissediyordu fakat bu bilinmeyen ve uzak bir ihtimaldi kendine. Ateş onu terk edeli sanki asırlar oluyordu. Yada onun terk etmesini isteyeli. Anlam veremiyordu şuan varlığa ve gerçekliğe. Sanki bir yokluk denizinde sürükleniyordu. Yerden kalkarken yanında yatan dört beden dikkatini çekti. Hepsinin boyunlarında farklı ırkların armaları vardı. Dağlanmıştı hepsi onun gibi. İnsanlıklarını kaybettikten sonra insani her haklarını da kaybetmişlerdi. Hepsi birer hayvan gibi damgalanmıştı. Yerde yatan adama şöyle bir baktı ve yavaşça tekmeleyerek kendine gelmesini sağlamaya çalıştı. Bulunduğu durumda gururunu bir kenara bırakabilirdi. Çekinerek derin bir nefes aldı ve hafifçe eğilerek adamı sırt üstü döndürdü. ” Adamım, şuan inan bana bayılmanın sırası değil.” Dedi ve biraz daha sarstı. Andre nihayet gözlerini aralarken karşılaşacağı son yüze sahip vampire hayretle bakıyordu. Tozlu zeminden bedenini kaldırmaya çalışırken olanları idrak etmekte ciddi şekilde zorlanıyordu. Sanki bedeni infilak ediyordu ve o içinde sıkışıp kalmıştı. ”Nasıl bir oyun oynuyorsan beynime, emin ol bunun hesabını sana çok fena soracağım.” DediNe olduğunu hala anlayamıyordu, anlayamadığı gibi uyum da sağlayamıyordu. Sarhoş gibiydi ve dönüşümü içerisinde bir yerlerde hissediyordu. Öfkesi sanki onu esir alıyordu. Aidan yavaşça geriye çekilirken kolunu tuttu sıkıca. ”Bana yaptığın şu şeyi hemen kesmeni istiyorum senden!” Bağırmasına engel olamıyordu. ”Manyak mısın?! Ben bir şey yapmıyorum. Ayrıca zihin kontrol yeteneğim falan da yok. Şuan seninle aynı durumda olduğumu anlayamıyor musun?” Sesi sinirli ve bir o kadar da endişeliydi. İki genç adam birbirlerinin dürüstlüklerine güvenmeyi seçmeyi kendilerine yediremiyorlardı. Fakat var oldukları şu durumda ellerinde başka ne vardı ki? Yerde yatan diğer iki kıza döndüklerinde çoktan ayaklandıklarını gördüler. Mini yavaşça öne çıkıp neler olduğunu anlatmak için derin bir nefes almıştı ki ardından Paradise çıkıp iki adamla arasına vücudunu perde ederek saniyeler içinde büyük bir ulu kurda dönüştü. Andre’nin en derininden kopup gelen bir kükreme eşliğinde ortaya atılacakken Aidan adamı belinden yakalayıp on adım geriye götürdü. Gözlerindeki öfkeye şahit olabiliyordu fakat bulunduğu durumdan kurtulmak için, acınası bir şekilde bu adama ihtiyacı vardı. ”O kurt sinirlerine hakim olamadığın sürece ne b*k döndüğünü anlayamayacağız. Şimdi sus ve hırçın kızı bana bırak.” Dedi. Ardına döndüğünde kadın yeniden eski haline dönmüştü. Kendinden emin adımlarla yanlarına dönerken sinirini içinde patlamaya hazır bir volkana yönlendiriyordu. Dişleri yavaşça çıkmış olsa da duruşunu bozmamak için bir müdahalede bulunmuyordu. Mini yeniden öne çıkarken Paradise’a sert bir bakış attı. ”Şuan neler olduğunu açıklayamayacağım kadar karmaşık bir hale soktum. Bunun bir parçası olmak zorunda olduğunuz için üzgünüm, fakat peşimizde muhafızlar vardı. O anlık adrenalin ile ne yaptığımı inanın bilmiyordum çok üzgünüm.” Dedi. Aidan biraz daha sinirlenirken öfkeli bir nefes verdi bu bilinmez yere. ”Bize ne yaptığın hakkında bir bilgin yok mu yani…” O sırada boynundaki işarete bir göz atıp "Özel insan?" Dedi aşağılar bir tonda. O sırada ardında biten Andre’ye yavaşça dönüp baktı. Biraz daha sakin ve kendinde gözüküyordu. Mini yeniden konuşmaya başlarken yavaşça Aidan’a doğru ilerliyordu. Sesi hiç olmadığı kadar yatıştırıcı ama bir o kadar da korku doluydu. ” Bakın inanın burada olmamızı bende seçmezdim. Zaman içerisinde bir yerdeyiz şuan. Tam olarak ne olduğunu öğrendiğimde bizi geri götürebilirim, tabii bir de gücümü yeniden toplamam gerek. Bu arada adım Mini, bu da Paradise. Kız kardeşim.” Andre arkadan kafasını yavaşça uzatırken kendine hakim olmaya çalıştığı her halinden belliydi. Paradise biraz daha Mini’ye yaklaşırken konuşmayı seçmişti; ”Kan emici, bir daha kardeşimle iletişimini bu şekilde yaparsan yemin ediyorum seni kendi dişlerinle deşerim. İnan bunu yaparım.” Sesi tehditkâr olmaktan çıkmış, ölümcül bir tını taşıyordu. O sırada Andre bir kız gibi Aidan’ın arkasında saklanmaktan vaz geçip kendini öne attı. Genç kadın ile burun burunaydılar. ”Nasıl konuşacağına o karar verebilir inan bana. Bu durumda beraber olma mecburiyetini paylaşıyorsak eğer öncelikle olur olmadık dönüşümlerinden vaz geçeceksin.” Cümlelerini bitirdikten sonra yavaşça Mini’ye döndü "Adım Andre. Kurt adam ırkındanım." Dedi ve yavaşça dönüp işaretini gösterdi. Derin bir nefes alıp devam etti. "Bizi buradan çıkarman ne kadar sürer?" Mini sanki bir şeyler yaklaşıyormuş gibi havayı kontrol etti. Ürkek bir benliği vardı belli ki. Yaşadıklarını atlatamamıştı. Paradise’in elinden sıkıca tutup; ”Bilmiyorum, buraya gelmek için çok fazla güç kullandım, bir zaman boşluğundan yararlandım aynı şekilde. Geriye dönmemiz uzun sürebilir.” Aidan sinirli bir şekilde ”Lanet olsun! Aptalca deneyleriniz veya kaçışlarınız için daha uygun bir yer bulamaz mıydınız?! Aptal insanlar!” Dedi ve ardına dönüp hızlı adımlarla bu yabancı yerde ilerlemeye başladı. Daha önce hiç şahit olmadığı bir insan curcunasının içerisindeydi. Yani gerçekten insan olan insanlar. Şaşkınlığını gizleyemiyordu. Aldığı taze ve leziz kan kokusuna karşı gelmekte zorlanıyordu. Ardına döndüğünde onu dikkatle izleyen kendi zamanının kalıntılarına baktı. Hiçbiri buraya ait değildi. Derin bir nefesin ardından geri dönüp, ”Adım Aidan. Bizi buradan ne kadar çabuk kurtarırsan hayatta kalma şansın aynı şekilde yükselir. Senin içinde geçerli şekil değiştiren.” Dedi ve insanlara geri döndü. Kaybettiklerini taşıyan bu sefillere. İçinde kopan gerçekliğe hakim olamıyordu. Suçu neydi ki? Paradise bütün hayatını tek bir şey uğruna harcamıştı. Ailesi. Fakat geriye sadece onlardan tek bir kişi kalması fazlaca ironikti. Kendini onu korumaktan alıkoyamıyordu. Sanki onu da kaybederse bütün bu dünya işleriyle uğraşmak ona daha fazla acı verecekti. Bedenine ve ruhuna gelen bunca zarardan sonra hayata bakış açısı zaten yeterince değişmişti. Yaşamak için vermişti savaşını. Ölüm bir kere bile olsun aklından geçmemişti. Şimdiyse buna izin vermeyecekti. ”Pekala. Şuan kendimize bir barınak bulmamız gerek ve neler olduğunu öğrenebileceğimiz bir yer. Burada olduğumuzu muhafızlara belli etmeden olabildiğince hızlı hareket etmemiz gerek.” Andre hızlıca kadına dönerek, ”Sürekli muhafızlar diye zırvalayıp duruyorsunuz. Neler olduğunu öğrenmek zorundayız.” Mini gözlerini devirdikten sonra Andre’ye dönerek ”İşleyişi biliyorsun. Başkaldıranlar ve öldürenler toplanır. Elementerlere ve konseye karşı saygını korumalısın bla bla. Direndiğimiz için bizi toplama kampına atmak istiyorlar. Fakat buna izin veremeyecek kadar her şeyin bilincindeyiz. Bu yüzden sızlanmayı kesin ve şuradan uzaklaşalım.” Gece ve gündüz birbirini kovalarken sıkışıp kalmış bedenlerin sesini duyabilecek bir tek gerçeklik yoktu. Yalandan ibaret bir dünyaya atılmış bedenlerden oluşuyorlardı. Günler birbiri peşine kovalarken gerçeklik aslında beklediklerinden yakındı bedenlerine. Onlara her şeyi bahşeden güce karşı gelmek veya ondan kaçmak imkânsızdı. Bu güçlere yapılan en büyük saygısızlık olurdu. Zayıf görmek belki de. Gök yarılırken içlerine dolan korku değildi, sadece meraktı. Zamanın getireceklerinden korkuyorlardı artık. Yaşamlarını etkileyen bu dönüm noktalarından. Gökten süzülen her damla ile birlikte yeryüzüne düşen ordulara akıl sır erdiremiyorlardı. Benliklerine çekilen bu savaşa karşı duramıyorlardı. Sanki yüreklerine işlenmiş bir emir gibiydi. Kulaklarına dolan ilaha karşı gelemiyorlardı sanki. ”Zamanın sonunda doğan varlığa itaatsizlik! Gerçek güce karşı gelinmiş bir birlik. Savaş yakındır. Ölüm her yerde.” Mini olduğu yerde sarsılırken yanındakilere hüzünle bakabildi sadece. Aklından “Bu kadar çabuk olmamalıydı.” Diye geçirdi. Zaman içerisinde orada geçen saatlerle buranın saniyeleri arasında fazlaca fark vardı. Bu dünya da kalmak istiyordu. Burada eski zamanın birinde yaşayıp ölmek istiyordu. Ölümü tatmayacaktı. Aidan içinden yükselen ateşe karşı duramıyordu çekiliyordu sanki ırka, yanıyordu ama aynı zamanda yaşamanın da en doruğundaydı. Dudaklarına dolan haykırışa engel olamıyordu. Zamanı gelmişti belki de. Yanındakilere karşı hiçbir sorumluluğu yoktu ama nefreti karşı tarafa idi. Ölümün yakın olduğunu biliyordu. Tarihin tozlu sayfalarında var olmayacağını da biliyordu. En ufak bir yankı dahi yaratamamıştı bu köhne yaşamda. Şimdi baş kaldırsa yapacakları neye yarayacaktı ki? Andre’ye döndüğünde genç kurt adamın çoktan kararını vermiş olduğunu gördü. Başkaldırı onunla başlayacaktı. Kızlar ise zaten sırf bu düşüncelerinden dolayı buraya düşmemişler miydi? İki adım öne çıkarak elementerlerden oluşan muhafızlara döndü. Hepsi dört kişi için mi gelmişti? Komik. ”Ölümün esiri olalı asırlar geçti ama sizin esiriniz olmayacağız! Bize yardım ettiniz ama yardım ettiğiniz kadarını da kendi iç savaşınızda öldürdünüz! Yeter artık size de krallığınıza da koyayım!” Haykırışı yankılanırken delice bir kahkaha seline tutulmuştu. Kafa tutmuştu işte! Tarih yazsa ne olur, yazmasa. O kendini aşmıştı. Andre arkasından savaş narası atarken karşılarındaki muhafızlar olayı anlayamamışlardı. Paradise ve Andre dönüşümlerini tamamladıklarında Aidan’ın arkasında yerlerini aldılar. Muhafızlardan biri başındaki kaskı çıkarıp birliği bozarak ilerlemeye başladı. O da Aidan’ın yanına gelirken bir anlığına durdu ve ardına dönüp iki orta parmağını da kaldırıp, ”Sisteminizi si*eyim!” Dedi ve kendini ait olduğunu hissettiği yere attı. Muhafızlar bu ani terk edilişe şaşırmışlardı. Aradan yaklaşık on kişi daha aynı şekilde arkalarına gelirken savaş hiç beklenmedik bir şekilde başladı. Bundan sonrasına kimse şahit olamadı. Yokluğun içinde kaybolup giderlerken tarih onları yazmaktan çekinmedi. Tesadüfler dizinin getirdiği gerçeklikten uzaklaşmadı kimse. Bütün bunları anlatabilecek tek bir görgü tanığı vardı. İnsan hayatı son buldu ve bir çözümün olduğunu bildirdi aslında yaşayanlara bu kişi. Her ne olursa olsun, ne pahasına olursa olsun yaşamak ve bunun için savaşmak yapılabilecek tek gerçek ve doğru işti. Zamanın birinde belki de bu savaş hala devam ediyor, bilinen tek şey bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı.
**Okunduktan sonra silinirse çok mutlu olurum, bu kurguyu bir sitede kullanmıştım. Tamamiyle bana aittir. Daha fazla uzatmak istemedim, yarıda kestim ölüme bağlayarak umarım sorun olmaz, zaten fazla uzun oldu ^^
| |
| | | Feliks Heinrich Gezgin
| Konu: Geri: Vampir Alımları Perş. Şub. 27, 2014 8:49 am | |
| | |
| | | Brian Walters Vampir
| Konu: Geri: Vampir Alımları Perş. Şub. 27, 2014 8:54 am | |
| Adı ve Soyadı: Brian Walters Örnek RPG: - Spoiler:
"Doğu kanadının koruması sağlandı efendim, batı kanadında ise Yüzbaşı Jeremiah'a ihtiyacımız var." Endişeli ve aynı zamanda sakin olmayı başaran ince ses kulaklarına ulaşmıyordu. Düşünceleri bir sis gibi dağılırken tekrar gerçek dünyaya döndü. Siyah ve asla şekil bulmayan, dağınık saçlarıyla birbirlerini tamamlayan derin, okyanus mavisi gözlere sahipti. "Efendim?" Hızla bir araya gelen düşünceler beyninde birleşiyordu, ne yapıyordu burada? Savaş, evet savaşmalıydı. "Yüzbaşı Jeremiah benim emrim ile uçuş ekibinin eksiklerini gidermekte. Yüzbaşı Jeremiah'ın batı kanadına geçiş yapacağından şüphen olmasın General Clovis." Clovis anladığını ifade ederek majestelerinin göz teması ile iznini alarak odadan çıktı. Karanlığın içinde kaybolan tebessümü ile duvara yaslanan yapılı adam sakin ve bir o kadar da öldürücü bir ses ile konuştu. "Fazla kararlısın Brian, eski zamanları mı hatırladın?" Gölgelerin içinden çıkan yüzündeki yakışıklılık pek az erkeğe bahşedilmişti. Yüzündeki alaycı gülümseme ise sadece ona özeldi, tanıdığı eski bir arkadaş gibi. "Bana eski zamanları hatırlamadan geçen bir anını söyle Dean." Alaycı ve onaylayan bir kahkaha atarken adımları büyük odada yankılanıyordu. Kahkaha attıracak kadar eğlenceli bir geçmişleri yoktu, kahkaha attıracak kadar zor bir geçmişleri vardı, birlikte yaşadıkları. "Eski anılar... Beni her zaman geçmişe götürüyor, ama bu şu an bir işe yaramaz. Yanılıyor muyum, eski dostum?" Sesindeki özlem ve acı her şeyi özetliyordu, tüm hayatlarını, ortak yaşadıkları acıları. "Hayır, işe yaramaz. Bunun sebebini zaten biliyorsun." Sesi en az Dean'in sesi kadar sakin ve öldürücü bir tondaydı. Birbirlerine benzemeleri sadece aynı acıları paylaştıklarının kanıtıydı, taşlaşmış iki kalp. "Çünkü son savaşa hazırlanıyoruz ve sen bu dünyaya kusursuz barışı getirmek istiyorsun. Bunun imkansız olduğunu bilerek bu kadar çabalamak... Beni üzüyorsun dostum." Yüzündeki ifade alaycı mıydı, yoksa gerçekten üzüntülü mü? Kim bilirdi, o değişik bir karaktere sahipti. Etraflarını saran kasvetli ortamın kaynağı vahşetti, sözlük anlamı ile savaştı. "Bu konu da yanıldığını belirtmek isterim, bu dünyaya kusursuz barışı getireceğim. Önce bu dünyayı yok edeceğim ve yeni baştan yaratacağım. Biri bunu yapmalı, hayır, bunu sadece ben yapabilirim." Yüzündeki duygulardan arınmış ifade onu tehlikeli kılıyordu, bunu seviyordu. Hayır, aslında kendinden nefret ediyordu. Yaptıklarından da öyle. "Tam da senden beklediğim tavır Brian, işte bu yüzden dünyayı değiştireceğine inanıyorum." Yüzüne yayılmakta olan gülümsemeyi zevkle hissetti, hayır, bu gülümseme değildi. İstese bile gülümseyemezdi. Yüzündeki tek ifade şaşkınlıktı, ona yürekten inanan birileri vardı. Buna ihtiyacı vardı belki de, en büyük düşmanlarını yok ederken. "Bunun için babamı ve ağabeyimi meşe ağacından yapılma kazıktan geçirmeliyim, gerçekten bu kadar emin misin?" Kendine has bir alaycı tavırla yönelttiği sorusu sorulmaya bile değmezdi, onları öldürecekti. İçinde en ufak bir kin veya nefret olmadan, sadece amaçları için canlarını duygusuzca söküp alacaktı onlardan ansızın. Dean'in alaycı kahkahası odada yankılanırken arkadaşının, tek arkadaşının bu tavrına kendisi bile inanamayarak gülümsedi. Gülümsemesini yüzünden atamaması ise başka garip bir durumdu. Dean'in sorgulayan bakışları altında kalırken oturduğu koltuğa biraz daha yaslandı. "Bu işe başladığımız zamanları hatırlıyorum sadece." Dean'in yüzüne nadir yayılan bir ifade ile şaşırmıştı, eskileri hatırlamak belki de bu savaş öncesi onlara gelebilecek en iyi şeydi. 2012"Sen ve ben! Teke tek bir mücadele!" Karşısında ukalaca sırıtan, altın sarısı saçlara ve derin mavi gözlere sahip olan adam kendinden emin ve rahat görünüyordu. Ordusunun yarısının katledilmesi ona hiçbir endişe vermemişti, karşısındaki ordunun başında olan ve kimliğini açığa çıkarmayan maskeli adamdan korkmadığı gibi. "Ne dediğinin farkında bile değilsin. Ben bir kökenim, maskeli çocuk! Annenin arkasına sığınman gerekir!" Alaycı tavrını eksik etmeksizin etrafında yavaş ve tehditkar adımlar atarken göz temasını bozmamaya dikkat ediyordu. "Sorun güçlü olman da değil. Sorun, beni yenemeyecek kadar aptal olman." Öfkesini dizginleyemeyerek karakterini bir kez daha açığa çıkaran Arthur saldırmaktan başka bir şey düşünmüyordu. İşaret vermesine bile gerek yoktu, plan hazırdı. Acı içinde yere yığılırken maskeli adam yavaşça elinde tuttuğu parlayan tılsımla ona doğru yaklaştı. Cadıların yerleştirdiği özel büyülü tılsımlardan korunmasını sağlayan tılsım Arthur'a etki etmiyordu, ki bu oldukça eğlenceli bir durumdu. Kısıtlı derece de hareket ederken acınası ve bir o kadar da aptal görünüyordu. Onu acı içinde seyretmek zevkten başka bir şey vermiyordu maskeli adama, Brian'a. "Seni şimdi öldürmeyeceğim." Ceketinin cebinde bulunan beyaz meşe ağacından yontulmuş bir kazık çıkardı, ölüme bir o kadar yakınken korku hissetmemesi mümkün değildi, Arthur'un bile. "Henüz işime yarayabilirsin, sen kullanılabilir bir piyonsun Arthur. Bir piyondan bile daha aşağılıksın, bu yüzden seni hayatta bırakıyorum. Şimdilik." Şok içinde faltaşı gibi açılan gözleri ve hala hareket etmek gibi boş çabalar için kullandığı bedeni kendisi gibi zavallı gözüküyordu. "Kimsin sen?" Maskenin altından yayılan bir kahkaha sadece tehditkarlığını dışa vuruyordu, ne bir duygu, ne de bir hissi. "Bana Zero diyebilirsin. Adamlarım ise Adaletin Savaşçılarıdır, yaratacağım yeni dünya da sen ve baban sadece bir basamak olacaksınız."Günümüz [2015]"Demek ağabeyin ile savaş alanındaki ilk karşılaşman, güzel bir anı. Ölümsüz hayatımızda yaşamadığımız kadar olayı sadece üç yıl da yaşadığımıza inanasım gelmiyor." Gerçekten, ne yaşanmıştı ki bu kadar yoğun, bu kadar acı verici? Yaşananları ve hüznü hatırlamak kalbini belki de bin parçaya ayırıyordu, önemli değildi. Bu plan için kalbine ihtiyacı yoktu, tam tersi. Ondan kurtulmalıydı. "Bahsettiğin üç sene boyunca kız kardeşimi görmedim, onu benden aldılar. Bunu en iyi sen biliyorsun Dean." Ağıza alınmayan duygular ve ima edilen kelimeler havada asılı kalmıştı. Dean'in acısını dile getirmesine gerek yoktu. "Bu yüzden bugün o savaş alanına çıkacağım ve onların kıçlarını tekmeleyeceğim." Dean'in kendine has savaş naralarından hoşnut olan Brian neredeyse oraya gelmişti, neredeyse sona ulaşmıştı. * * * Boş odaya hakim sessizlik yapılı ve sert bir adamı endişe de bırakabilirdi, ama neyin sessizliği? Ölümün mü, yoksa kaybetmenin mi? Karşısındaki büyük televizyon ekranındaki görüntü aniden gelirken korkusu doğrulanmış oldu. Nefes almaya bile ihtiyacı yoktu fakat nefesini tuttuğunu yeni fark ediyordu. "Merhaba baba." Ekrandaki maskenin arkasından çıkan yüzde bir gülümseme vardı, kulaklarına kadar yayılan fakat içinde iyilik barındırmayan bir gülümseme. "Zero!" Şaşkınlığı ile birlikte bir kez daha nefesini tutarken bu kez bunu fark edememişti bile. Öz oğlu aslında Zero idi. "Artık bu isme ihtiyacım yok baba. Ben, Walters ailesinin soylu prensi Brian. Winghtem krallığının Veliaht Prensi Arthur'u öldürerek bu krallık üzerindeki kontrolümü ilan ediyorum, askerlerin bir bir katledildi. Ordundan eser kalmadı, Adaletin Savaşçıları kazandı. Sen ise oğlunun ölümünü izleyerek cezalandırılacaksın. Ölümsüz yaşamın boyunca bunun acısını çekerek zindanlarda çürüyeceksin." Elinde bulunan meşe ağacından yontulma kazığı kavrarken parmaklarının üzerindeki beyazlıklar kırmızıya dönüşüyordu, kanın rengine. "Oğluna söylemek istediğin son sözler nedir?" Yüzünden akan terler ile birlikte konuşamaz hale gelirken o kadar acınası görünüyordu ki, o bunu hak ediyordu. Acınası hallere düşmeyi hak edecek kadar aşağılık. "Yapma! Lütfen." Ağzından çıkan tek kelimeler bunlar olmuştu, iki acınası kelime daha. Mide bulandırıcı. "Hakkını doldurdun. Bunun için üzgünüm, ve bunun için."Henüz olayların akışını kavrayamadan Arthur'un kalbinden geçirilen kazık vücudunun yanmasına sebep oluyordu. Aynı zaman da kendi vücudunun da. Kalbinin üzerindeki acı onu uyarırcasına sızlıyordu, vücuduna yayılan uyuşukluk hissi. Kralın kalbine giren bir kazık hissi gibi. "Nasıl?" Hırıltılı ve son anlarını yaşayan bir ihtiyar sesi ile konuşuyordu, bir acınasılık daha. "Bu sadece bir video kaydı. Arthur'u dakikalar önce öldürdüm. Senin ölmenin sebebi ise seni öldürmeyeceğim düşüncesine kapılmış olman. Elimdeki üçüncü kazık için bir düşmanımın daha olmaması çok yazık. Cehennemde yanın, bir gün size ben de katılacağım baba."* * * "Hey, majestelerini öldüren şu kaçak prensi duydun mu?" Kulaktan kulağa dolaşan dedikodular havaya sadece bir gerginlik yayıyordu, ölüm gerginliği. "Aynı zaman da kendilerine Adalet Savaşçıları diyen grubun başındaki Zero imiş." Halkın arasındaki endişe ve korku elle tutulacak düzeydeyken ana yola giren kraliyet aracı ile birlikte son sözler de söylendi. "Diğer ülkelerle şiddet uygulayarak siyaset yapıyormuş, sınırlarımız şimdiden zorbalıkla genişlemiş."Ana yola giren kraliyet arabasının ihtişamı göz alıcıydı, en büyük etkisi ise içinde bulunan kişinin halka korku ile hükmetmesiydi. Anons edilen ses ile birlikte herkesin içinden geçen korku dalgası daha da fazla artmıştı. "Winghtem Krallığının 99. Kralı, Walters hanedanından Brian!" Dalga dalga yayılan korku ve dehşet halkı susmaya zorluyordu, ya da hayatlarını sevmeye. Kusursuz bir barış, kastettiği şey bu muydu? Uzaktan yakından alakası yoktu. "Adaletin Şovalyeleri'nin idamı için her şey hazır! Lütfen herkes meydanda toplansın!" Özellikle de buraya kadar ona eşlik eden adamlarını sattıktan sonra, krallığın başına geçtiğinde ilk işi otoritesini konuşturarak Adaletin Savaşçılarını idama mahkum etmekti. Peki ya amacı neydi? Kendinden nefret edilmesi mi? Evet, kesinlikle öyleydi, herkes ondan nefret ediyordu. Dünyanın nefret odağı. Kraliyet arabasının rotasının önünde duran bir engel, güneşin önünde parlayan bir karanlık. Maskesi ile herkese dehşet ve anlamsız bir sevinç katan kişi. Hızla harekete geçen ve muhafızları bir kağıt parçasıymış gibi savuran adam. Önüne gelen herkesi aşabilecek güçteki kişi ve belinden çektiği meşe ağacından yontulma kazığı krala dayayacak cesaretteki adam. "Zero." Sesi soğuk ve dehşet doluydu. Dudağındaki hafif hareketi sadece Zero görebilirdi. "Üçüncü kazığın planda yer alması beni mutlu etti, böyle olmasaydı bu büyük bir ziyan olurdu." Maskenin altındaki eski dostunun istemsiz bir şekilde sırıttığını biliyordu. "Buraya kadar iyi iş çıkardın, ve böyle çılgınca bir plan. Tam senlik, ya da tam tersi. Hiç senlik değil." Alaycı tavrını bir kenara bırakmış, hayatında ilk kez ciddiydi. Bakışlarından anladığı emir kesinlikle doğruydu, plan üzerinde daha fazla tartışmayacaktı. Bu yüzden havayı yaran ve hızla kalbine geçirilen kazığın eşliğinde yüzüne bir gülümseme yayıldı, huzur veren bir gülümseme. "Dünyanın nefreti yok oluyor Dean, gerisi sana kalmış. Sen benim annemin oğlusun, üvey kardeşimsin. Bir kökensin ve asil ailedensin. Zero olarak yönetimi almak sana düşüyor, sen bu ülkeyi şeytandan, yani benden kurtaran kişisin. Seni kabullenecekler ve bütün dünyaya barışı getireceksin. Arthur ve babam. Onlardan sonraki basamak benim, ben sadece dünyanın değişimine öncülük edecek bir basamağım. Benim ölümüm ile dünyadaki nefret yok olacak ve yerini senin getirdiğin barış alacak." Vücuduna yayılan alevler onu daha da çok ısıtıyordu, sanki uzun zamandır beklenen bir yolculuk gibiydi. "Orada Katherine ile birbirinize iyi bakın. Kız kardeşinin öldüğünü biliyorum, sen bu dünyayı onun için değiştirmeye karar verdin. O ölmüş olmasaydı kendini asla feda etmezdin, ya da onu kurtarmamış olsak." Yüzüne ilk kez sıcak ve belirgin bir gülümseme yayılmıştı Brian'ın. Hayatında yapmadığı şeyleri ölürken yapmak zorundaydı. "Sen Zero'sun. Bunu unutma ve... Sen, Katherine ile sahip olduğumuz tek gerçek kardeşsin." Dean'in maskesinin altındaki yüzünü göremiyordu, belki alaycıydı, belki de hala sırıtıyordu. Ama ilk kez onun ne hissettiğinden tam olarak emindi, acı. Maskesinin altındaki gözyaşını hissedebiliyordu. Son sözlerini gözlerinden yaş akmadan, huzurla söyledi. "Ben; dünyayı yok eden ve dünyayı yeniden yaratan..."
| |
| | | | Vampir Alımları | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|