Port Shire Port Shire RPG'ye hoş geldiniz! |
|
| Lycan Alımları | |
|
+5Aeron Knox Caulfield John O'Connor Brandon Sky Jacob Winchester Port Shire 9 posters | Yazar | Mesaj |
---|
Port Shire DM
| Konu: Lycan Alımları Çarş. Şub. 05, 2014 6:23 am | |
|
Lycan ırkı ile ilgili bilgileri [Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] bulabilirsiniz.
Karakterinizin; - Kod:
-
Adı ve Soyadı: Örnek RPG: | |
| | | Jacob Winchester Lycan
| Konu: Geri: Lycan Alımları Cuma Şub. 14, 2014 11:57 am | |
| Jacob Winchester Lycanthrope- Spoiler:
Ne kadar yakın olursan, o kadar kuvvetli hissedersin.
Kendini bulduğu günden bu yana asla indirmediği, her durumda konumunu koruyan duygusal kalkanının paramparça olduğu gündü o gün, ve Serpent o anda fark etti ki, kalkan yalnızca kendi duygularını değil, diğer taraftaki insanların hislerine de engeldi. Her adımını beraber attığı, parmaklarını parmaklarına kenetlediği kızın içinde kopan fırtınalar ona ne hissettiriyorsa, genç yılana da kuvvetli bir yansımasını sunuyordu. İlerlediler, adım adım, tanıdık mekanların, yok olmuş cisimlerin taşıdığı kuvvetli anıların arasından, ta ki girdabın merkezine ulaşana dek. Tereddütteki kız ona bir adım daha yaklaşmıştı, gözleri kapalı dahi olsa, hafifçe esen rüzgar saçlarının kokusunu burnuna taşır, varlığını algılardı. Konuştuğunda çatallı sesi kısıktı.
"Evet, bir harabe. Muhteşem bir harabe."
Yürüdü, sıkıca tuttuğu kızı da beraberinde götürerek, önünde yürüyüp korkularıyla, endişeleriyle yüzleşerek, verdiği sözleri tutarak. Verandaya ulaştıklarında kapının kolunu kavradı, hafifçe çevirip eşine baktığındaysa gözlerinde korkuyu ve özlemi, mutluluğu ve hüznü, heyecanı ve yitikliği, her şeyi ve hiçbir şeyi aynı anda görebiliyordu.
"Seninleyim."
İçeriye girdikleri an değişen hava, burnuna enteressan bir aroma getirdi, ne olduğundan emin olmak için vakti olmayan Serpent bir yandan etrafı, diğer yandan Aethra'yı inceleyerek kızı takip etti, uzun ve soluksuz geçen birkaç dakikanın ardından, girdabın merkezine, anıların en yoğun olduğu odaya eriştiler. Burası Aethra'nın odasıydı.
Etrafa göz gezdirip kollarını iki yana açan kız, her seferinde ciğerlerini yakmaya başlayan soluklarını yavaş yavaş alıp ,geçmişi neredeyse yaşarken Serpent, o ne hissediyorsa, perdesiz, engelsiz, eleksiz şekilde hissedebilmeye başladı. Yoğunluk başını döndürse de sabitti, bir büst gibi duruyor, kırık pencereden açık kapıyı yalayan esintiyle hafif hafif dalgalanan saçları, ve sol elini hareket ettirecek kadar hızlı atan damarı dışında kımıldamıyordu. Aethra'nın dolan gözlerini gördü, kıvrılan dudağının kenarındaki gülümsemenin titrediğini fark ettiğindeyse parmaklarını daha sıkı kavrayarak varlığını hissettirdi. O zayıftı, kayıplarının acılarıyla başa çıkmaya çalıştığı aşikârdı, anılarıyla yaşadığı savaşı kaybediyor, her geçen an daha güçlü titriyor, gözyaşları yanaklarından çenesine doğru kayıyordu.
"Buradayım. Buradayım Aethra."
Genç adam, tek koluyla sarılıp, diğer eliyle hala kavrıyor olduğu elin titremesini sakinleştirmeye çalışıyorken alnını onun alnına dayadı, sıcak nefesini ciğerlerine çekip soğuğunu hissettirdi. Elinden hiçbir şeyin gelmiyor oluşuna öfkeleniyor, geçmişi değiştirme kudretine sahip olduğu gün her şeyi düzelteceğine dair yeminler ediyor, yine de tek bir mimikle dahi endişe ve sinirini yunan kızına yansıtmamayı başarıyordu.
Tam da o an benliğinde inzivaya çekilmiş yaşlı büyücü, kemikli parmaklarıyla, ejderha pençesinin tuttuğu ak taşlı, kara asasını kavradı, fısıldadı. "Shirak."
Evin içini talan eden hava akımı güçleniyor, kuvvetli rüzgar harabeden geriye kalanları sarsıyorken, ani bir refleksle cama doğru dönen Aethra'nın, Serpent'ın göz bebeklerinde beliren iki altın kum saatini görmesi mümkün değildi. Yeniden ona döndüğündeyse yılan, eşine daha sıkı sarılmış ve gözlerini kapamıştı.
Rüzgar yavaşladı, ve bıçak gibi kesilerek, tamamen durdu ve Kaos'un Lordu gözlerini ağır ağır araladı.
.Her şey ilk günkü kadar taze, ve zarar görmemişken odanın tamamı eşyalarla doluydu, ve alıcı gözle bakıldığında küçük bir kız çocuğuna ait oldukları aşikârdı. Kırık pencere sapasağlamdı, boyası akmış duvarlar pırıl pırıldı, oda biraz dağınık olsa da yaşanılabilir bir evin, neşeli bir bölümünden farklı değildi. İkimiz de etrafı incelerken, şaşkınlık içerisindeki Aethra'nın gözlerine bakıp gülümsedim, irademle gerçekleştirdiğim bir tılsım olmasa da hangisi olduğunu biliyordum, ve inanılmaz derecede nadir olan bir tecrübe içerisinde olduğumuzun farkındaydım. Evin diğer kısmından difüzyona uğrayan, sürüklenen bir ahşabın sesi kulaklarıma eriştiğindeyse harekete geçtim. "Gel hadi, saklanalım." Beyaza yakın bir pembeyle boyanmış dolabın içine girip, şaşkınlığını atlatamamış eşinimi yanıma sürükleyip, ardımızdan çektiğim kapıyı hafifçe aralık bırakarak, odanın büyük bir kısmını izleyebilmemizi sağlamamın ardından, kızın arkasına geçip, beline sarıldım. O an, yaşamımda ilk kez, bir dolabın içinde olmaktan nefret etmiyordum.
Kısa bir süre sonra, tam da tahmin ettiğim gibi, küçük bir kız, ve ardından sürüklediği gitar görüş alanımıza girdi. Saçları iki yandan bağlanmıştı, ve fena halde tanıdık gelen gözlerinin rengini öne çıkaracak bir kıyafet giymişti. Konsantrasyondan kasılmış yüzü, hafifçe terleyen alnıyla dünyanın görüp görebileceği en tatlı şeyken, sonuç veren çabası üzerine muzafferane sırıttı, yatağının altına sakladığı gitarın keyfiyle uzanıp, yastığına sarıldı.
Farkında olmadığı şeyse, aletin metalik ucunun görülebiliyor olduğuydu.
"Aethra."
Yaklaşan adımların ardından, uzun boylu, geniş omuzlu, omuzlarına değen sarı saçları, kirli sakalı, ve karizmatik yüz yapılı bir adam içeri girdi. Dolabın iç tarafındaki aynadan, Aethra'nın daha önce hiçbir zaman görmediğim kadar mutlu, ve şaşkın şekilde gülümsediğini görebiliyordum. Bu adam, Andreas Achilleus Rouvas'tı.
"Tatlım, gitarımı sen mi aldın?"
"Hayır, ben almadım baba."
Tam da o anda adamın gözü, beceriksizce saklanmış alete kenetlendi, ve hemen ardından bakışlarını kaçırarak kızına kaşlarını çattı. Sırıtmasını dizginlemeye çalıştığı belliydi.
"Demek gitarımı sen almadın."
"Haayır babaa."
"Pekâla..." Farkındalığını açık etmeden ilerleyip kızının yanına yatan adam, işaret parmağıyla küçük buruna bastırıp bir kez daha sormuştu. "Bana gitarımı kimin aldığını söyleyebilir misin?"
"Bilmem!"
Rengi anında kırmızıya dönen yanaklarıyla minik Aethra zor durumdaydı.
"Peki o zaman, gitarımı alan kızın saçları turuncu olsun mu?"
"Olsun!"
Cüppesinin cebinden asasını çeken adamı dikkatle izleyen kızın gözlerinde beliren küçük korku sopaya odaklıydı.
"Abraa kadabraaa, bu kızın saçlarını turuncuya boyaa abraa-"
"HAYIR!"
Bir kedi yavrusu gibi atılan kız, babasının kahkahası ve gıdıklamasına aldırmadan asaya erişmeye çalışıyordu. Tam da o anda yarı öfkeli, yarı sabırsız, ikinci bir seslenişle benim de, eşimin de gözleri yeniden, kapıya doğru döndü.
"Aethra! En sevdiğim tokam saçında ne arıyor?"
Açılan ağzını eliyle kapayan sevgilisi, bir kez daha ablasını görüyor olduğuna inanamıyordu. Bu Artemis Rouvas'tı.
"Çünkü bu benim de en sevdiğim tokam Artemis!"
"Aynısından sana da aldım ya! Kendininki nerd-"
Tam da o anda, kızının, Artemis'in o açıdan göremediği saç bağıyla oynamaya başlayan Andreas'la gerçek ortaya çıkıyordu.
"Diğerini de takmış! Ver onu bana!"
Sırıtarak kardeşine atılan ablasından, babasına sarılarak saklanan küçük Aethra, kendisini bir kez daha gıdıklayan parmaklara mani olamamıştı. Hayranlıkla üçlüyü izleyen dolap faresiyse, omzuna dokunan elim ve işaret parmağımla bakışlarını üçüncü kez, kapıya çevirdi. Kudretinin etkisi dolaptan dahi hissedilen, azametli bir kadın, gözlerini yataktakı üçlüye kenetlemiş, gülümsüyordu. Bu Aura Rouvas'tı.
Fakat tam da o anda kadın, gözlerini çevirerek dolaba, bize doğru baktı. Başını hafifçe öne çıkarmış Aethra'yla göz göze geldi, kaşlarını çattı, ve birkaç an sonrasında gülümseyerek ilerleyip gözden kayboldu.
"Serpent, bizi gördü. Annem bizi gördü."
"Baba, dolaptan ses duydum. Dolapta biri var."
Heyecanın etkisiyle fısıldasa da sesini duyuran kızı kendime doğru çektim, ve parmaklarım İhanet'in Gözleri'yle buluştu.
"Hadi kalk o zaman, kabalık etme! Dolaptaki öcüyle tanışmalıyız."
Asamı çektim. Dolapla yatak arası yalnızca üç adımdı, ve Andreas ilk iki adımı halihazırda atmıştı. Adamın dolabın kulbunu kavramasıyla fısıldamam bir oldu, kapak aralanırken ikimiz de, salise farkla görünmez olup, Rouvas ailesiyle göz göze geldik.
"Merhaba öcü bey! Aa, ama burda kimse yok?"
"Duymuştum, yaklaştığımızda bi fısıltı daha bile duydum."
O anda, belli belirsiz parmakların parmaklarımdan ayrılıp öne doğru uzandığını fark ettim. Kollarımdaki kadın, hafifçe yaşlanmış gözlerle, küçük kızın yanağını bir kez, hafifçe okşadı. Ve o an, eğer hızlı davranmasaydım, belki de geçmişi değiştirecek, zincirleme bir reaksiyonla günümüzü etkileyecek, ve tüm çabalarımızı çöpe atacaktık. Yeniden, rüzgar. Tenini yalayan kuvvetli esintiyle beraber gözlerini açan Serpent, hala Aethra'ya sarılıyor olduğu, ve hala odanın ortasında olduklarını fark etti, kayboldukları anla tıpa tıp aynı noktada. Onunla göz göze geldi, dudaklarını aralamasına izin vermeyen kızın titreyen sesinin taşıdığı sözcüklerini işitti. "Emindim. Birinin o dolapta olduğundan emindim." Gülümseyen Serpent, ağlamakla gülmek arasında kalmış eşine sıkı sıkı sarıldı. Gerilediğinde alnını yeniden alnıyla birleştirerek, hayran olduğu yüzü avuçlarının arasına almıştı. Etraflarına bir kez daha baktılar, ve birkaç saniye önce hayat dolu olan odanın harabesi, bu kez, her ikisine de daha ağır geldi. Genç adamın yüreği burkuldu, yıkıma sebebiyet veren fırtınanın, Tanrı'ların habercisi olduğu, ve Tanrı'ları dünyaya getiren gücün kendisi olduğunu, ve dolayısıyla yıkıma kendisinin sebebiyet verdiğini bir kez daha gördü. Kaos, yıkımı beraberinde getirirdi, yıkım gerekliydi, kimi zaman masumların kanı dahil gerekliydi. Bu kaosun lorduysa, omuzlarındaki yükün altından kalkmaya kararlıydı.
"Bu yıkımın sebebi benim, parçalanan eşyaların, ve bunlarla beraber unufak olan anıların da. Beni suçlayabilirsin, affetmeyebilirsin Aethra, fakat doğru olan bu, olması gereken buydu, pişman değilim. Anılar, gerçeklerin geride bıraktığı ilüzyonlardır, kıymetlidirler, fakat hiçbir zaman gerçeğin yerini tutamazlar. Ben sana gerçeği vaat ediyorum sevgilim. Ben sana gerçeği söz veriyorum, ve gerçeği getireceğim. Ailenin boş vere ölmediğini, bu kaosun, bu yıkımın bir hiçliğin çabası olmadığını, acılara sebebiyet veren tüm yaratılmışların cezasını çekeceği kadar büyük bir ateş yakarak kanıtlayacağım. Fakat bu yolda sen olmadan, aldığım her nefes, attığım her adım, yaptığım her şey anlamsız."
Sözlerini sonlandırdığında duraksadı, ve bedenini paylaştığı güce ilk defa muhtaç kaldı.
Raistlin, bana o görüyü göster.
Dudaklarını kızın dudaklarına kenetledi, ve aniden bilincini kaybettiren beyaz bir perde görüşünü kapattı.Görmüştüm. Onun gözlerinden, kendimi görmüştüm. Zaferimin gölgesi altındaydım, kaosun ardından gelen doğanın düzeninde. Boyun eğenlerin bir bir boyun eğdiği, yıkılanın yapıldığı, her yerin yemyemiş olduğu cennetimizde. Ardından aşırı derecede tanıdık görünen bir kıza rastgeldim, ve geçmişe döndüğümüzü, dolabın içinde Aethra'nın küçüklüğünü izlediğimiz ana döndüğümüzü sandım, fakat ufak farklılıklar kısa süre sonra gözüme çarpmıştı. En ilginciyse, kendime bakmıyor olmama rağmen, kendi gözlerimi görebiliyor olmamdı. Onun gözlerinde, Aura'mın gözlerinde.
Bembeyaz kesilmiş görüşüm yavaş yavaş eski haline döndüğünde, bir kez daha sihrin getirdiği hayretle beni izleyen, ve her nasılsa son görüsünü gördüğümün farkında olan eşimle karşı karşıya gelmiştim. O an, elimi cüppemin iç astarına götürüp, çok uzun süredir açmayı beklediğim gizli cebimi araladım, parmaklarıma dolanan metali kavrayıp çektim. Bu bir yüzüktü, küçük yakut taşlar, ve yakutların üzerine tutturulmuş, zümrütten, küçük bir yılan motifiyle süslenmişti. Alyans halkası Aethra'nın parmağı için genişti, fakat iç kısımda, yakutlarla uyumlu ve onların simetriğine işlenmiş bir kan taşı açığı kapatıyordu ve tam olarak oturmasını sağlıyordu. Diğer elim kızın bileğini kavradı, sol elinin bileğiydi. Onu narince tutarak yükselttim, ve yüzüğü yavaşça, yüzük parmağına taktım. Kan taşının hafifçe parladığını gördüğümdeyse tılsımın tamamlandığını gördüm. Taşa kendi kanımı zerk etmiştim, ve korumaya yeminler ettiğim kızın ellerimin ulaşamayacağı bir yerde can vermesi durumunda, ona benim canımı verecekti. Bu gerçeği ona hiçbir zaman söylemeyecektim. Yüzüklü elini, kağıt beyazlarının arasına aldım, gözlerine baktım.
Yaşama başladığım günden bu yana boyun eğmeye empoze ettirildiğim, itaat etmeye zorlandığım hayata gözlerimi açtığımda kendime verdiğim sözü o an bozdum, ve o an kimsenin önünde eğilmeyeceğime yemin ettiğim şahsım, Serpent Felis Leo olarak, Syrinx Aethra Rouvas'a diz çöktüm.
"Benimle evlenir misin?"
| |
| | | Brandon Sky Avcı
| Konu: Geri: Lycan Alımları Cuma Şub. 14, 2014 11:58 am | |
| | |
| | | John O'Connor Lycan & Üniversite Öğrencisi
Yaş : 30
| Konu: Geri: Lycan Alımları Cuma Şub. 14, 2014 1:10 pm | |
| Adı ve Soyadı: John O'Connor Örnek RPG: - Spoiler:
on yıl önce, londra "Gerçekten kuyruğu gökkuşuğı şeklinde olamaz değil mi anne?""Hayır kido, elbette değil, o sadece bir kitap. Ancak bu onların büyüleyici olmadığını göstermez."Dünyada Unicornlardan daha büyüleyici bir şey varsa o da, yedi yaşındaki bir çocuğun hayal gücüdür. Minik John'un hayatında mucizevi bulduğu tek hayvan attır. Atlara öylesine bağlıdır ki, annesi eskiden ganyan bayilerinde sabahlayıp hayatını karartacağından korkuyordu. Çünkü minik John televizyon başına oturduğu zaman ya atlarla ilgili belgeseller izler ya da at yarışlarına kafayı takardı. Her türlü atın cinsini ezbere bilmesi bir yana eğer önüne bir at çıkardığınız zaman bir bakışta kaç yaşında olduğunu söyleyebilecek kadar bilgiliydi bu konuda. Büyükbabasının o zamanlar ölüm yiyen olduğundan bir haber olan minik adam, onun Londra'dan on kilometre uzaktaki at çiftliğinden haberdardı yalnızca. Her ay bir haftasını orada geçirir ve atlarla ilgili her şeyi öğrenirdi. Tayları kendi elleriyle beslerdi ve çiftlikteki aileye yeni bir üye katılacağı zaman büyükbabasından iyi pazarlık yapardı. Bildiği tüm bilgileri onun aklına büyükbabası sokmuştu. O zamanlarda sahip olduğu ve adına Max dediği, midillisi hastalanıp öldüğü zaman ciddi bir depresyona girmişti. Gözlerinin önünde kaybolan havyanın travmasını yıllarca atlatamamıştı ve aynı zamanda hastalığı boyunca onun yanından saniye ayrılmamıştı. İçindeki bir at sevgisine kendisi hariç herkes çok şaşırıyor, annesi bunca bağımlı olmasından korkarken John bundan zevk alıyordu. Günün birinde büyükbabası onu kucağına alıp Unicornlardan bahsettiğinde, o zamana dek isimlerini dahi duymamış yedi yaşındaki John bundan inanılmaz etkilendi. Büyükbabası ona bir Unicorn karikatürü göstermişti ve kuyruğunun gökkuşağı gibi olduğunu görünce öylesine şaşırmıştı ki o canlıları atlardan daha çok sevmeye başladı. Bunca yıldır deliler gibi sevdiği atlardan daha özel olduklarını fark etmişti çünkü. Hiçbir şey yapmayan bir ata göre, Unicorn ciddi bir mucizeydi. "Unicornlar muazzam hayvanlardır John, inan bana, dünyada onlardan daha mucize bir yaratık daha bulamazsın.""Peki onları nerede bulabilirim büyükbaba?""Üzgünüm kido; ama onlardan birini bulamayacaksın."Annesi onu akşam eve getirdiğinde John deliler gibi ağlamaya başladı. Bir Unicorn görmeyeceği için öylesine mutsuz olmuştu ki, kendinden ve her şeyden nefret ediyordu. Çünkü o zamanlar onların büyücü evreninde yaşadığından haberi yoktu. O tamamen kendisi yüzünden göremeyeceğini düşünüyordu, şu kötü çocuk masallarından biri yaratmıştı kafasında. Bilirsiniz, kötü bir çocuksan böyle şeyler göremezsin gibi. Oysa büyük babası biraz sert konuşmuş olsa da, ihtiyar aslından Muggle aleminde bulamayacağından söz ediyordu. Annesi onu tutup sakinleştirmeye çalıştığı zaman John büyükbabasının söylediklerini ona anlattı hıçkırıklar arasında. Annesi oğlunun başını okşayıp bir kitabı uzattı minik çocuğa. Yedi yaşında bir çocuğun anlayabileceği resimli bir kitaptı ve Unicornlarla ilgili tonla bilgi içeriyordu. At manyağı olan oğluna resimli kitap taşırken, bu kitabı da almıştı onun için. Çünkü eğer oğlunu tanıyorsa bir gün paralel evrendeki atlara da takacağını biliyordu. Kuyrukları gökkuşağı şeklinde olmayınca minik John'un kalbi biraz kırıldı; ama yine de kitap ona iyi gelmişti. "Büyükbabam asla onlardan birini göremeyeceğimi söyledi." Muhtemelen bir çocuğun minik kalbini ferahlatacak tek şey anne tebessümüdür. Annesinin yüzündeki güzel tebessümden bir şeylerin yolunda gideceğini hissetmişti minik ruhu. "Onlardan birini bulacağına eminim. Büyükbaban şakacı biridir bilirsin." Yaşları oğlunun yüzünden yavaş yavaş çekilirken, annesinin de huzuru geri geldi. Ve John, annesinin bu sözünden sonra bir Unicorn görmeyi takıntılı hale getirdi kendisine. [size=medium][align=right]beşinci sınıfın yazı, hogsmeade[/align][/size]Büyükbabası onun eline kocaman bir deste kağıdı sıkıştırdığı zaman John'un kaşları tepeye dikildi. Onunla bu tarz parasal işleri yapmak istemiyordu genç adam. Hogsmeade'de gezip sağa sola borç yatırmaktan nefret ediyordu. Ancak şimdi iç cebinden bir tomar çıkaran ihtiyarın, ona verdiği bir deste hesap kağıdını tutmakla görevlendirilmişti. Neden bu işleri tek başına yapamıyordu ki, neden her zaman John'un üstün matematik zekasına ihtiyaç duyuyordu? Ve her şeyden önemlisi büyükbabasının neden bu kadar çok borcu vardı? Aklı almıyordu bazen, büyücülük yapmıyordu çünkü sadece bir at çiftliğine bakıyordu. Ve şu anda John'un at çiftliğinde geçirmesi gereken güzel zamanı çalıyordu ihtiyar. Ki John o zamanlar hala büyükbabasının bir ölüm yiyen olduğundan haberdar değildi. Ona resmen tapıyordu, iyilikçi ve mutlu bir adam diyordu kendi kendine. Madem bir babam yok, o zaman o benim kahramanım olabilir diyordu içten içe. Elindeki kağıtlara şöyle bir göz attığında yazan isimlerin bir tanesini bile tanımadığını fark etti. "Büyükbaba bunun at işi olduğundan eminsin değil mi?" Büyükbabası beyaz pos bıyığı ve güzel gülümsemesi ile ona baktığı zaman John ona birden inandı. Elbette at işiydi, başka ne olabilirdi ki. Büyükbabası eliyle ona bir yolu işaret ettiği zaman girdikleri dar sokakta karşılarına bir kafile çıktı. John şaşkınlık içinde gözünü büyükbabasına kaydırdığı zaman adamın da dut yemiş bülbülden farksız olduğunu gördü. "Vay canına O'Connor, bu kadar erken gelmeni beklemiyorduk, üstelik bununla.""Kapa çeneni Peter, onun bu işlerle alakası yok. Bırak gitsin.""Hayır, torunun bir yere gitmiyor, sen de öyle."John dili tutulmuş büyükbabasına bakarken, ihtiyar kafasını iki yana salladı. John'un her hareketini ezbere bilen adam, az sonraki hamlesini adı gibi biliyordu. "Sakın aptalca bir şey yapma!" Ancak John'un umrunda değildi. Kağıtları savurup Peter denen mahlukatın önüne dikilirken bir yandan da kıç cebindeki asasını öne çıkarıyordu. Ancak asla bir ölüm yiyenden daha çevik olmayacağını bilmesi gerekiyordu ki o zamanlar John, hala aydınlık hastası bir adamdı. Elbette ki ölüm yiyenin yeşil ışığı daha hızlı çıkmıştı asasından. Tam o anı bir slow motion film gibi izah edebiliriz. Büyükbabasının ağzından çıkan "John!" kelimesi uğultu gibi genç adamın kulaklarında dolarken, ihtiyarın onun önüne atılması da aynı ana denk geliyordu. Yeşil ışınlar sapmadan büyükbabasının kalbine isabet ederken, avadayı ilk kez gözleriyle gören John ağzı açık biçimde kalakaldı. Büyükbabasının kaskatı kesilmiş bedeni doğrudan üstüne doğru düşerken, diğer adamların siyah toz bulutları gibi oradan uzaklaşması ile John'un "Hayır!" diye bağırması aynı anda oldu. Gözlerinden yaşlar şelale gibi akarken az evvel fırlattığı kağıtlar kar taneleri gibi aşağıya süzülüyordu. Büyükbabasının bedeni siyah bir toz bulutuyla kaplanıp anında çürümeye başlarken şaşkınlık ve ağlama arasındaki ince çizgide kalakaldı John. Ve bu olayın gecesinde annesinden hayatıyla ilgili her şeyi öğrendi. Babasını, ölüm yiyenlik gibi bir aile mesleğini, seçmesi gereken yolu. O geceye kadar aydınlık timsali olan bir gencin, birden tüm hücrelerini kaplayan koyu bir karanlıkla yok olması şaşılacak şeydi; ama annesinin hoşuna gitmişti... [align=right][size=medium] altıncı sınıfın mart ayı, yasak orman[/size][/align] Büyükbabasını kaybetmesi üzerinden sadece yedi ay geçmesine rağmen bu durumu hala kabullenemeyen ve çizdiği yeni yolun duvarlarına sürtünerek yürüyen genç adam kendini birden yasak ormanın derinliklerinde buldu. Tam anlamıyla kaybolmuş durumdaydı, hem yol açısından hem de yaşadıkları açısından. Birden tüm gerçeğin yüzüne çarpılması onu inanılmaz derecede etkiliyordu. Çıkış yolu olması gerekiyordu bu karanlıktan. Bir ışık görürse ona doğru koşmayı asla ihmal etmeyecekti. Bunca senedir bildiği her şey yalandı, hayatta güvenip kahraman dediği tek insan önünde hayatını kaybetmişti ve elinde inanacağı hiçbir şey kalmamıştı. Göz yaşlarını tutamadığı zamanlardan biriydi o an da. Hem yaşları gözlerinden süzülüyordu hem de bir yandan koşuyordu. Onu o anda ne durdurdu bilinmez; ama içten bir his ona durmasını emretti. Karşısında ışık falan yoktu; fakat ışıl ışıl parlayan bir şey duruyordu. John'un yüzündeki mutsuz görüntü birden dudaklarının yukarı kıvrılmasıyla tebessüme dönüşürken olduğu yerde kenetlenmeye devam etti genç adam. Büyükbabasını yanıltmıştı, haksız çıkartmıştı. Karşısında yedi yaşından beri görmenin hayalini kurduğu bir Unicorn duruyordu. Gözlerindeki acı yaşları birden sevinç yaşlarına dönüştü. Şimdi ondan mutlusu yoktu işte, içinde zindelik ve huzur patlıyordu. Unicorn asil biçimde ona doğru yürürken, çocukluğu gözleri önünden tam manasıyla film şeridi gibi geçiyordu. Büyükbabasının çiftliğinde geçirdiği günler, ölün atı ile geçirdiği zamanlar, izlediği şeyler, annesinin ona tebessüm edip birini mutlaka bulacaksın demesi. Yedi yaşındaki bir çocuğa göre bile ağır gelebilecek hayal gücü ile her gün bu anın hayalini kuruyordu. Bu istisnasız genç adamın en mutlu günüydü. Mucizevi yaratık ona yaklaşıp önünde durduğu zaman, John uzanıp onun başını okşadı. Boynuzununa dokunmamaya dikkat ederek burnunun arasını kaşıdı. Zevkten dört köşe olan hayvan neredeyse onun önünde selam veriyormuş gibi eğilirken, gülümseme genç adamın yüzüne daha da çok yayıldı. Farkında olmadan uzanıp sarıldı Unicorn'a. Gözyaşları tüylerini ıslatıyordu. Öyle durduğu süre boyunca gözü hayalini gerçekleştirmenin verdiği zevkten başka şeyi görmezken, gözünün önünde patlayan ışık yüzünden kafasını kaldırmak zorunda kaldı. Gördükleri karşısında şaşkınlığını tutamadı genç adam. Bir Unicorn daha mı. Ancak çok parlaktı, çevreye tatlı mavi bir ışık verirken, kendisi bembeyaz parlıyordu. Ancak yanındaki onda bu etkiyi yaratmamıştı. Gözleri daha da çok açıldığında onun canlı olmadığını fark etti. Koşarak peşinden gitti, o gittikçe Unicorn ondan süzülerek uzaklaşıyordu. En sonunda onu bir ağacın arkasında saklanmış biçimde bulduğu zaman gözlerini kamaştıran ışığı ile bir şeyler kafasına daha da dank etmeye başladı. O patronusuydu, patronusu bir Unicorn'du. Ancak buna şaşmamak gerekir, bir şeyin yıllardır hayalini kuruyorsanız, ona her şeyden daha çok bağlanıyorsanız ve eğer o hayattaki her şeyden daha fazla mutlu ediyorsa sizi, patronus olmaması için bir sebep yoktur. John altıncı sınıfa geçtiği ilk günden patronusunu bulan adamlardan değildi, öylesine şanslı değildi. Ancak biliyordu, bunun dünyadaki en özel an olacağını biliyordu. Patronusuna yavaşça yaklaşırken, ürkek Unicorn hayaleti ona parlak gözleriyle bakıyordu. O John'un tüm mutluluğunu ifade ediyordu, tüm kırıklarını da aynı zamanda. John gibi kararsızdı, aynı zamanda onun gibi eşsiz. Hayır, John kendini herkesten yüksek ve eşsiz gördüğü için değil... Gerçekten eşsiz olduğu için. O gün genç adamın mutluluk denen şeydeki en doruk noktasıydı, eğer bir şeyin doruk noktasındaysanız düşmeye başlarsınız ve John o günden sonra düşmeye başladı. Yine de aklına bu anı geldikçe herkesten fazla gülümsedi.
| |
| | | Brandon Sky Avcı
| Konu: Geri: Lycan Alımları Cuma Şub. 14, 2014 1:11 pm | |
| | |
| | | Aeron Knox Caulfield Lycan & Profesör
| Konu: Geri: Lycan Alımları Cuma Şub. 14, 2014 1:15 pm | |
| Aeron Knox Caulfield. - Spoiler:
Online, yarım kalmış bir rpdir, her mesajı '---' kullanarak ayıracak, o şekilde ekleyeceğim. Yer: Kyoto, Japonya Kişiler: Aeron Knox Caulfield & Desdemona Zaman: Saat 21.25 --- Gecenin karanlığına mümkün olduğunca az ihanet etmeye kendini adamış ve bu sayede mükemmel bir ortam yaratmayı başarmış olan Japon restoranında bir masaya çoktan oturmuştu Aeron. Her ihtimale karşı erken gelmiş, bu yüzden de bir süre boş boş oturup düşünmeye fırsat bulabilmişti. Sahi neden buraya gelmişti bugün o? Yalnızca masaya oturan birinin görebileceği hafif mum ışığı yüzüne vururken birkaç günde olanları gözden geçirmek hiç de fena bir fikir sayılmazdı aslında. Gözleri kenarında oturduğu balkondan aşağıya, yalnızca birkaç noktadan aydınlatılmış olsa bile inanılmaz görünümünden hiçbir şey kaybetmeyen bahçeye hayranlıkla bakarken aklındaysa son birkaç günün karmaşası vardı. Bir maceranın tam ortasında yakalanmasıyla başlamıştı her şey. Ufak kaçamakların bir zararı olmayacağına yönelik düşünceleri olmamasına rağmen yakalanma riski almamayı tercih ederdi genelde. Bu son seferkindeyse bu kuralını da pek önemsememiş, en sonunda da bizzat Desdemona tarafından yakalanmıştı. Bunu takip eden birkaç gündeyse birbirleri ile neredeyse konuşmamışlar, adeta birbirlerinden kaçmışlardı. Yüzleşmeye cesareti olmadığından yapmıyordu bunu ikisi de. Yalnızca birbirlerine bu olayın üzerinden sonra nefes olma şansı veriyor bile olabilirlerdi. Sıcağı sıcağına bir tartışmanın ne kadar kötü sonuçları olabileceği düşünülürse, en azından Aeron'un yapmakta olduğu şey buydu. Peki bugün buraya geleceğinden nasıl emin olabilirdi? Aslında olduğunu kim söyledi ki? Sadece güzel hazırlanmış bir planı vardı ve onun merakına yenilip gelmesini umabilirdi bu durumda. Kendisi ile karşılaşmak istemeyeceğini tahmin edebilmekte hiç zorlanmadığı düşünülürse tek çaresinin bu olduğu da düşünülebilirdi. Hiç kimse fark etmeden odasına girmiş ve her zaman düzenli bir şekilde duran masasına bir zarf bırakıvermişti. İsimsiz, sadece tam olarak bu restoranın bu masasına gelmesini isteyen bir mektubun gizemine dayanabilecek kadar umursamaz olmadığını bilmesi üzerine kurmuştu bütün bu planı Aeron. Kısacası bir süre daha ortaya çıkmazsa büyücünün hayal kırıklığına uğraması da pek muhtemel sayılmazdı. Yine de içinde bir yerlerde, burada olacağını hissediyordu. Normalde bu tür saçmalıklarla hiçbir zaman uğraşmayacak biri olsa bile, bu kez sadece şans olabilirdi yanında. Aslına bakılırsa hayır, şans değildi burada söz konusu olan şey. Cadıyı tanıyordu ve bu tür durumlarda nasıl hareket edeceğini kestirebilirdi. Şu an için boş olan masanın üzerindeki tek istisna olan bardağı yavaşça ağzına götürüp geleneksel içkinin, sakenin tadının yavaşça ağzında dağılmasına izin verirken seçtiği mekana hem hayran, hem de lanet okuyan biri olmuştu aynı anda. Her şey mükemmeldi; ortam, manzara, yiyecek ve içecekler... Ayrıca genel anlamda bir masaya oturmadan orada sizden başka kimsenin olduğunu anlamanın zor olması da işine geliyordu. Ne de olsa onu içeride gördüğü anda çekip gidebilirdi Desdemona. Ancak bu karanlığın şu an için bir de dezavantajı vardı: onun gelip gelmediğini anlayabilmesinin en küçük bir yolu bile yoktu. Yine de bu konuda yapabileceği bir şeyin bulunmaması gerçeğini değiştirmezdi bu durum. Sadece bekleyebilirdi. Sessizce bardağı bir kez daha masaya bırakırken gözlerini bir kez daha onlarca rengin dansını seyretmek üzere aşağıdaki bahçeye çevirdi. İnanılmaz manzaraya ek olarak yeni başlayan hafif bir caz şarkısının da eklenmesine keyfi iyice yerine gelmiş olmalıydı ki yüzüne çok hafif de olsa bir gülümseme yayılmıştı. --- Gözleri bahçenin ona sunduğu onlarca etkileyici rengin dansından bile sıkılmaya başlamıştı büyücünün. Zaman zaman ağzına götürdüğü sake dışında hiçbir hareketlilik olmaması bu restoranın başta çekici bir yanı gibi görünse bile yalnız bir insan için ne kadar can sıkıcı bir durum olabileceğini de göstermeye başlamıştı anlaşılan. Daha da kötüsü, bu yalnızlığın ne kadar devam edeceğini ya da bitip bitmeyeceğini de bilemiyorken üzerine bindirdiği sıkıntı daha da fazla oluyordu. Hissettiği şeye tam olarak endişe ya da korku denemese bile planının işe yarayacağından emin olamama, onun buraya gelmeme ihtimallerini düşünmeden edemiyordu. Hiçbir zaman öyle çok uzun süre birini bekleyemeyen biri olmuştu zaten. Bu duruma bir de her ihtimali, her riski yok etme duygusunu da karıştırıp erken geldiği gerçeği eklenirse belki birkaç dakika oturduğu gerçeği onun gözünden birkaç yüzyıldır burada oturuyormuş havası yaratabiliyordu. Bu sıkıntı hissinin yarattığı etki ise çok daha acınası bir duruma yol açıyordu: düşünmek. Eh, normal bir zamanda elinde bir yo-yo ile ofisinde boş boş otururken de yapmadığı bir şey değildi bu. Ancak zaten az sayıda olan, değer verdiği insanlardan birini kaybedebilme ihtimaliydi onu düşünmeye bile soğuk bakmaya iten şey. Yaptığı şeyden suçluluk duyma gibi bir şey değildi aslında hissettiği de, ne de olsa onunla ilgili değiştirebileceği hiçbir şey yoktu. Sadece tekrarlanmaması için elinden geleni yapma kararı alabilirdi bu gibi bir durumda. Hafifçe hareketlenmeye başlayan, inişli çıkışlı ritmiyle müzik onu düşüncelerinden uzaklaşırken bunun gibi inanılmaz bir manzaranın bile alışılmış görünmemesi için kapatmıştı gözlerini. Müziğe konsantre olmak, onunla hazırlamak istiyordu kendini. Yine de biraz sonra nasıl bir durumla karşı karşıya geleceğinden de emin olamıyordu tabii. Her şeyi unutmuş bir Desdemona beklemese de, ihtimallerin içinde en hoşuna gideninin bu olduğunu da kabul etmek zor olmazdı. Ya da hayır, bu durum o kadar da hoşuna gitmezdi aslında. Her ne kadar onunla uğraşmak zor olursa olsun karşısında her zamanki tutkulu, gözlerinin içinde bir ateşle ona bakan kadını görmek isterdi. Çünkü ondan hoşlanmasını sağlayan şeylerden biriydi bu. Yine de kavga etmek gibi kötü bir ihtimalle karşılaşacak kadar güçlü bir öfkenin içinde bulunmamasını da istiyordu. Kolayca uzalaşılacak biri olmasa da hiç değilse sakinliğini koruyabilecek biri olmalıydı karşısında, işte onun tanıdığı Desdemona bunu yapardı. O müziğin içinde kaybolmuş, notaların harmonisi içinde yüzerken karşısına çıkan bir ses yüzünden konsantrasyonunu kaybetmişti. Neredeyse hiçbir sesin duyulmadığı bu ortamda, onunla ilgilenen garsonun topuklu giymediğini de düşünürsek bunun tek bir anlamı olabilirdi: Beklediği anın gelişini haber veren alarm sesleriydi bunlar. Her ne kadar onu beklemekten sıkılmış olsa da sakinliğini koruyarak, ilk kelimelerin ondan gelmesini beklemişti genç büyücü. "Beni ayağına kadar çağırdığına göre çok önemli bir şeyler diyeceksin sanırım Caulfield?" Son sözcüğün üzerindeki vurgudan çıkarılacak tek şey, tam da beklediği gibi bir durumla karşı karşıya olduğuydu. Soğuk davranan, yine de merakına yenilip onunla konuşmadan gitmek yerine kalmayı seçen biri. Başını çevirme zahmetine bile girmeden, öncesinde sakince bir yudum sake içtikten sonra vermişti cevabını. "Desdemona; lütfen, otur." Bardağını nazikçe masaya bıraktıktan sonra sözlerine devam etti. "Yoksa bu güzel ortama yazık olmasını mı isterdin?" Bir yandan da elini önce restoranı, ardından da aşağıdaki inanılmaz manzarayı gösterecek şekilde bir yarım daire çizmişti. Onu en iyi tanıyan insanın bile biraz önceki düşündüklerini anlayamayacağı kadar kendinden emin, sakin bir şekilde konuşuyor ve hareket ediyordu. Şu andan sonra bu hızla bir çeşit sakinlik yarışına dönüşebilirdi ve açıkçası bunu kaybetmeye hiç niyeti yoktu. Hatta birazdan çok daha ağır silahlarla saldırmaya başlayabilirdi iki taraf da. İğneleyici sözler, bazı ufak hareketler ve mimikler... Tabii ki bu tür bir mücadeleyi, bu kadar güzel bir bayana karşı kazanmak zor olacaktı, ancak Aeron Knox Caulfield kendinden emin ve inanılmaz soğukkanlı bir adam olarak bu işi başarabilecek yegane insanlardan biriydi. Son birkaç kelime ile sözlerini noktalandırmıştı. "Sen olmadan her şey biraz eksik gerçi." --- Cadının ağır hareketlerle önce pelerinin başlığını arkaya atışını, ardından da onu çıkarmaya başlayışını yakalamıştı gözleri. Mükemmel bir ortama eşlik edercesine mükemmel görünen cadı birkaç saniye sonra yanına gelen garsona pelerinini verirken hafifçe eğilerek teşekkür etmeyi ihmal etmemişti de. Sakinliklerinin sonuna kadar zorlanacağı belli olan bu düellonun başlangıç zili çalıyordu böylelikle. Büyük ihtimalle bütün bir akşam boyunca iğneleyici sözler, bazı anlamlı bakışlar ve buna benzer, aralarındaki olayları kimse bilmediği için dışarıdan bakıldığında anlamsız gelecek hareketler havada uçuşacaktı bu masada. Bu işin kolay olmasını bekleyen biri ise çoktan çekip giderdi oturduğu masadan. Kadının karşısındaki sandalyeye oturuşunu izlerken bir yandan da onu iyice kendine getirecek şeyi yapıp elindeki sakeyi bir dikişte içivermişti. Kararlı ve sakin, daha da önemlisi her zamanki karanlık, gizemli havasını korumalıydı bu akşam. Her ne kadar büyük bir tutku hissediyorsa bile bakışlarının en derinlerinde bile göstermemeliydi bunu. Karşısındaki cadının kişiliğini bildiği için bu kadar emindi bunları yapması gerektiğinden. Kolayca yelkenleri suya indiren, gaza gelen erkeklerin ona karşı hiçbir şansı yoktu çünkü. Bu yüzden Aeron'dan başkasıyla kolay kolay uzun bir ilişkisi olmadığını ikisi de biliyordu aslında. Dayanılmaz güzelliğine rağmen zor biriydi ve her ne kadar ondan fiziksel olarak hoşlanabilecek milyonlarca büyücü olmasına rağmen onunla gerçekten bir şansı olan belki de bir kişi olmasının sebebiydi bu. Belki tek olmayabilirdi ancak onunla kendisi kadar yakın olabilecek ikinci birinin olma ihtimali bu ortamdaki ışıktan bile daha azdı. Gecenin kanatları altında, birbirlerinden başkasını görmelerine bile izin vermeyen bu ışığın eşliğinde bir kez daha başlıyordu o klasik, acımasız ve bir o kadar da zevkli düello. Zarifçe sandalyeye oturup masada dolaştırmıştı gökyüzünden koparılmış izlenimi veren mavi gözlerini. Ona karşı emin olmadığını, ne düşünmesi gerektiğini bilmediğini fazlasıyla ele veriyordu Aeron için bu bakışlar. Sadece masada neler olduğunu incelemek istemiş olabilir miydi? Ah hayır, o bunu zaten masayı ilk gördüğü an, oturanın kendisi olduğunu anladıktan sonraki birkaç saniye içinde yapardı. İçinde bulunduğu ortamı girer girmez incelemek gibi bir huyu vardı ikisinin de ne de olsa. Ayrıca, birkaç saniye üzerinde sadece sake bulunan bir masayı incelemek için fazla uzundu zaten. "Eksikliklerin yerini doldurmak kimine göre kolay, kimine göre zordur." Her zamanki ipeksi ses bir kez daha kulaklarına ulaştığında düşünceler dünyasından ayrılıp tüm dikkatini karşısındaki kişiye vermişti. İlk atağı yapmayı tercih ettiğini belli eder bir şekilde devamı da gelmişti sözlerinin. "Eksik yapboz parçası daima eksik kalır; ama kesip yerine uydurmaya çalışmak kolaya gelir." Aslına bakılırsa hiçbir parçayı bir diğerinin yerine koymakla uğraşmamıştı Aeron. Yalnızca en önemsiz köşelere bir parça yerleştirmeye çalışmıştı. En önemli, dikkat çekici noktada bulunan parça ise karşısında duruyordu zaten. Gecenin sonunda neler olacağını bilemese bile bu durumun değişeceğini hiç sanmıyordu aslına bakılırsa. Bu masadan ne şekilde ayrılırlarsa ayrılsınlar bu, değişmeyeceği kesin olan durumdu. Işığın cadının yüzündeki oyunlarına rağmen güzellliğinden en küçük bir parçayı bile yitirmeyen o yüze, daha doğrusu neredeyse parıldamak üzere olan mavi gözlere bakarak bu kez konuşmaya başlayan kişi büyücüydü. "Her zamanki gibi sert..." Birkaç saniyenin özellikle boş bir sessizlikle geçmesine izin vermişti. Genellikle erkenden sözlerine devam ettiğinde oluşan gereksiz derecedeki istekliliğin bu kez sözlerinde kendini hissettirmesini istemiyordu çünkü. Sakin ve kendinden emin bir şekilde konuşmalıydı değil mi? Hogwarts'da sevgilisi ile barışmaya çalışan bir öğrenci değildi ne de olsa. Yavaşça değişen müzik bu kez de yerini tanıdık ve sevilen bir melodiye bırakıyordu. "Perhaps, Perhaps, Perhaps" Notalar biraz daha hareketlenmiş, hatta birkaç çift çoktan beceriksizce dans etmeye başlamıştı bile. Beklemediği bu değişiklik ise tam da istediği şeydi aslında. Açıkhava da, karanlık bir ortama sahip olan restoranın bir dans pisti de vardı çünkü. Aslına bakılırsa bunu yapmaktan emin değildi ve nasıl bir tepki alacağından emin olmasa bile ayağa kalkmış ve masanın karşı tarafına elini uzatmıştı. "Bu dansı bana lütfeder miydin?" Yüzünde hafif, çok hafif bir gülümseme ve her zamanki sakin tavrıyla yapmıştı bütün bunları. Şu ana kadar sorun oluşturabilecek hiçbir ayrıntıyla karşılaşmamaktan da memnundu aslına bakılırsa. Bu gibi durumlarda kesinlikle dişiliğini göstermekten kaçınmayan Desdemona'nın kabul edeceğinden neredeyse emindi bile. Tango gibi bir danstan, aşk ve tutkunun gösterisinden uzak kalmak ona göre sayılmazdı ne de olsa. Her ne kadar beklemediği bir şey olmasına rağmen müzikteki bu değişimden memnun kalmıştı genç büyücü de.
| |
| | | Brandon Sky Avcı
| Konu: Geri: Lycan Alımları Cuma Şub. 14, 2014 1:16 pm | |
| - Brandon Sky demiş ki:
- Rütbe veriliyor.
| |
| | | Arlen Rand Lycan & Üniversite Öğrencisi
| Konu: Geri: Lycan Alımları Cuma Şub. 14, 2014 11:06 pm | |
| Arlen Rand - Spoiler:
Niye gelmeye karar verdim, bilmiyorum. Aralarında yer sahibi olamadığım insanların, yıllardır tek kelime bile etmediğim çocukluk arkadaşlarımın arasına niye girmeye karar vermiştim, bilmiyorum. Doğru düzgün bir hediye de alamamıştım zaten. Geri mi dönmeliydim? Yani bu gece neler olacağını biliyorduk zaten, değil mi? Bir adım geriye atmıştım ki evin kapısı açıldı ve daha bu saatten başlayan partinin sesleri etrafımdan akıp geçmeye başladı. Suratıma sahte bir gülücük yerleştirip kızın arkadaşlarından birine selam verdim. Bu-salak-çocuk-niye-burada? bakışını görmezden gelerek içeri girdim ama daha oturma odasına giremeden onlarca insanın aynı bakışa sahip olması garip hissettirmişti. Okulda görünmez olabiliyordum belki ama burası farklıydı. Yirmi-otuz kişi arasında dikkat çekmemek imkansızdı.
Yıllardır adımımı atmadığım evin içinde olmak bir yandan acı veriyor olsa da gerçekten güzel bir histi. Ayaklarımın altında gıcırdayan parkelerin herbirinde sanki bir anı canlanıyordu. Bu kadar fazla şeyi özleyeceğimi düşünmemiştim. Bu kadar fazla şey yaşadığımızı da düşünmüyordum açıkçası. Aile fotoğraflarının asılmış olduğu bir duvarın önünde durup sırtımı koridorun diğer duvarına yasladım. O geceden beri yanımdan bile geçmeyen kızı o kadar çok özlemiştim ki. Fotoğraflarından birkaç tanesini bile çalabilirdim. Gerçi yeteri kadarı da vardı bende.
"Hey ucube!"
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Liseyi hatırlamak gibisi yoktu, gerçekten. Koridorun oturma odasına doğru açılan ucuna dönüp kapının önünde elindeki kırmızı bardağı patlatacak kadar sıkan adama baktım.
"Hala bu isme tepki vermen ne kadar komik!"
Müziğin sesinin kısıldığını duymamıştım ama içeriden gelen kahkahalara bakılırsa herkes bu komik adamın esprileriyle eğleniyordu. Sırtımı dikleştirip eski oyun kurucuya doğru yürümeye başladım. Liseden beri boyum olması gerekenden bile daha fazla uzamıştı. Bana tepeden bakmaya özen gösterenlerle aynı seviyeye gelebilmiştim en azından. Maçlarda oynamak yerine bira içip lise partilerinde sızan, göbek yapmış bu adamı rahatlıkla ortadan kaldırabilirdim. Bu kadar görgü tanığı önünde pek istediğim bir şey sayılmazdı gerçi.
Merdivenlerin başında tanıdık bir ses duyunca adamın titreyen bardağını düşürmesine dikkat etmeden arkamı döndüm.
"Merhaba hanımefendi," dedim, yıllardır beni kızının doğum günü partisine davet etmekten vazgeçmeyen kadına gülümseyerek. Bu seferki içten bir gülümsemeydi. Kadın önümde dikilen futbolcunun kriptonitiymiş gibi onu uzaklaştırdaktan sonra yanağıma bir öpücük kondurdu. Birkaç gündür kesmediğim sakalların onu rahatsız ettiğini düşünüyordum ama o yönde bir tepki vermedi. Gülümsemeye devam ederek koluma girdi ve beni yönlendirerek mutfağa doğru yürüdü.
Yemeklerin hazırlanmasına yardım etmek hoşuma gidiyordu. Yemek yapmayı sevmiştim zaten hep. Bunu onun için yapmaksa beni daha da mutlu ediyordu.
"Geldiğin için teşekkürler," derken gülümsedi kadın. İçki bardaklarını bir köşeye diziyordu. Arkam dönük olmasına rağmen sesine yansıyan gülümsemeyi duyabiliyordum. Tamam, bu garip gelebilir ama daha fazlasını yaptığım da olmuştu.
"Artık beni zorla getireceğinizi düşündüm."
"Yıllardır annene ve sana yaptığım davetleri görmezden geliyordun, yapabilirdim."
"O geceden sonra beni pek görmek isteyeceğinizi düşünmüyordum. Nezaket için davet ediyor olabilirdiniz ve içeridekiler gibi bakışlardan sıkılmıştım. Hala sıkılıyorum aslında ama umursamamayı başardım."
"Her ne olursa olsun," dedi kadın, içkilerin oradan ayrılmış, yanıma gelmişti. Elini omzuma koyup kendine doğru çevirdi beni. Patatesler ne olacak, diye düşündüm. "Sen kızımın en yakın arkadaşıydın. Her zaman yanında oldun. Belki o zamanlar çocuktunuz ama bana şu anda daha azını hissettiğini söyleme."
"Söyleyemem," diye mırıldandım. Sesimi biraz daha yükseltecek olursam çatlaklardan başka bir şey duyulmayacağını biliyordum.
"Sanırım murfaktaki işin bitti. Hadi içeri."
—
Normal bir insandan daha iyi duyulara sahip olmak hiçbir zaman işime yarayan bir şey olmamıştı zaten. Birkaç yaratık avına katılmış, birkaç insan kurtarmış falan olabilirdim ama hala aynı liseye gittiğim insanlar tarafından ucube olarak görülüyordum. Dahası odanın diğer ucunda ve bir diğer ucunda, konuşulan tek şey bendim, ne güzel. Derin bir nefes alıp hepsini susturdum. Boğazlarını parçalamamak için zor tutuyordum kendimi. Onca yıl geçmişti ama insanlar gelişemiyorlardı işte. Hala aptal, cahil ve korkaklardı.
Işıklar kapandığında kendimi kimsenin olmadığı bir köşeye sakladım. Gece benim evimdi, gece bendim. Kalbimde yeşermişti bu karanlık ve bu karanlık da bendim.
Birisinin "Korkuyorum," diye fısıldadığını duydum. Bir diğeri de ona katıldı. Hiçbir şey yapamayacak sarhoş sevgilileri onları koruyacaklarını söylediler. Kahkahalar atarak sarhoş savaşçıları bir duvara yapıştırmamak için tek bir nedenim vardı. O da kapıdan girmek üzereydi.
Parıldadığının görülmemesi için gözlerimi kapattım. Göğüs kafesimin altında delicesine atan kalbimi sakinleştirmeye çalıştıkça daha da sertçe atıyordu. Birkaç metre ötede, diye düşündüm. Yıllardır şans eseri yakınlaştığımız zamanlardan sonra en yakın olacağım geceydi, buna hazır olacağımı düşünmüştüm ama değildim. Lanet olsun!
Evin kapısı açıldı. İçeri hafif bir rüzgarla o lanet olası koku da girdi. Senelerdir parfümünü değiştirmemişti ve o gece de böyle kokuyordu. O lanet olası Cadılar Bayramı Gecesi'nde de böyle kokuyordu. Onu ilk kez ve belki de son kez öptüğüm gece de bu kokuyu ciğerlerime doldurmuştum ve bum!
Birkaç saniyeliğine, koku duyumun bu parfüme duyarsızlaşması için nefes almayı kestim. Koridorda topuklu ayakkabıların tahta parkeye çarparken çıkardığı ses giderek yaklaştı ve oturma odasının önüne geldiğinde ışıklar yandı, herkes birden doğum günü kutlamalarına başladı. Herkes o kadar mutlu gözüküyordu ki bunun ne kadar sahte olduğunu anlamak için dahi olmanıza gerek yoktu.
—
"Doğum günün kutlu olsun," diyebildim sadece. Elim saçlarımın arasına dalmış, alev alev yanan tenimi serinletmeye çalışıyordum. Göz teması en son yapacağım şey olacağı için kızın saçlarına odaklanmıştım. Nasıl dalgalandığına, tepedeki ışık altında hangi renkleri aldığına, aşağıya doğru nasıl döküldüğüne ve o ellerimin arasına alıp dudaklarını durmadan öpmek istediğim suratını nasıl süslediğini izliyordum. "Annen davet etti. Sadece biraz pasta yiyip giderim. Zaten arkadaşların yeteri kadar rahatsız oldular. Senin de rahatsız olmanı istemiyorum."
"Teşekkür ederim," dediğini duydum. Bana mı diyordu, bilmiyorum. Gülümsediğini hissedebiliyordum. Kulaklarımda, tenimde, zihnimde, gülümsüyordu. Gülümsemesi önemliydi. Sanki dünya bunun üzerine kurulmuş ve enerjisini bundan alıyormuş gibi önemliydi ve onu gülümsetecek kişi ben olmalıydım. Bencillik yapıyor olabilirdim ama hala seviyordum. Kollarını boynuma doladığını, annesi gibi yanağımdan öptüğünü hissettiğimde bir an gerçek dünyaya geri döndüm ve ardından kendimi ona sarılırken buldum. Kollarımı beline sardım, gözlerimi kapatıp cennet bahçelerinden toplanan çiçekler gibi kokan parfümünü ciğerlerime doldurdum. "Burada olduğun için mutluyum."
Ben de burada olduğum için mutluydum. Artık bir korkak gibi davranmadığım için, ona son kez sarılabildiğim için. Sanırım artık ölebilirdim.
Kollarını geri çekip suratına beceriksiz bir gülümseme yerleştirdiğinde ben de kocaman gülümseyip dişlerimi açığa çıkardım. Daha az kurt, daha çok insan gibi hissediyordum. Neredeyse tamamen, salak bir insandım. Ama sonra diğer sesleri duymaya başladım.
"Ne almam gerektiğini bilmiyordum. Yani ne istediğini bilemedim ama sanırım gelecek birkaç ay işine yarayacak bir şey aldım. Belki de yaramaz." Duvar kenarına bıraktığım paketi alıp kıza uzattım. Kırmızı atkıyı çıkarıp boynuna sardı. Bir an önce kar yağması gerektiğini düşünüyordum. Hemen, lütfen. "Bir de bu var," derken arka cebime sıkıştırdığım, şu ana kadar vermemem gerektiğini düşündüğüm kağıdı çıkardım.
Eline alıp okumaya başladı.
Gece çöktüğünde dünyamızın üstüne, Canavarlar ve geçmişin hayaletleri Beslenmek için çıkar yeryüzüne. Savaşacak birileri gerekli. Kendinden önce, insanları koruyacak, Hiç düşünmeden, canını verecek, Seni kaybetmekten başka bir korkusu olmayan, Ben. Eğer varsa Cennet, Biliyorum, seninleyken bulacağımı. Tenimin üstünde yürüyen anılar, Düşler ve planlar geleceğe dair, Değiştiğim günden beri yoklar. Canımı acıtıyor yokluğun. Koridorlar kilometrelerce uzuyor. Bir kulenin tepesindesin, gücüm yetmiyor. Uzaktasın. O kadar uzak ki, sesini duymamıyorum. Karanlığın ortasında yalnızım. Etrafımda canavarlar. İhtiyacım olan sen. Daha az kurt, daha çok insan olmak için.
| |
| | | Evaris Sky Cadı
| Konu: Geri: Lycan Alımları C.tesi Şub. 15, 2014 12:24 am | |
| | |
| | | Lancelot Burrell Lycan & Üniversite Öğrencisi
| Konu: Geri: Lycan Alımları Paz Şub. 16, 2014 2:22 pm | |
| # Lancelot Burrell. - Spoiler:
Karanlığın verdiği yorgunlukla Büyük Salon’un ışığında kısılan gözlerinin altındaki iri mor halkalar ve küçük torbalar yılgınlığını ele veriyordu Lancelot’un. Ahşap soğuk zeminde gezen çıplak ayaklarının üşümesine aldırmaksızın yatmadan önce son kez Baykuşhane’ye doğru gidiyordu. Bu saatte Hogwarts bekçileri tarafından bu halde bulunursa bir sonraki durağının Hastane Kanadı olacak olmasını umursamadan beynini yiyip bitiren düşünceleri dağıtmak için bir hamle daha yapmak isteğindeydi zihni. Her zamankinin aksine özensiz sivil giyimi, dağınık saçları ve umutsuzluğun yıprattığı, sanki olduğundan beş yaş daha büyükmüş görünümünü veren yüzüyle kendisi hariç herkes sanılabileceğini elbetteki biliyordu. Fakat hiçbir şey şu an için Ellinor’un aylardır ulaşmayan mektubundan daha önemli değildi.
Kulenin beton merdivenlerinden çıkarken esen rüzgar bir anlığına tüylerine kadar titreyip nihayet üşüdüğünü fark etmesine neden olsa da zihnini sadece birkaç saniye dağıtmaya yetmişti. Notları dahi bir anda düşen genç artık kibirlenemeyecek kadar bile bir başkası olmuş, kaygının acı veren tadını en alasıyla hissetmişti. Bir kez daha eli boş dönerse eğer bu kez katlanamayabileceğini bile düşünüyordu. Ellinor’un bu kadar düşüncesiz olmayacağını elbette biliyordu, onu yıldıran da buydu zaten. Her defasında artık bu kadar sık mektup istemediğini ve çocuk olmadığını belirttiği için mi gelmiyordu mektuplar? Hayır, Ellinor bu sözleri asla umursamazdı. İşte bu yüzden mektubu taşıyan baykuşların –çok büyük tesadüflerle- bir bir yıldırım düşmesi sonucu getiremeden ölmüş olmalarını diliyordu.
Kuruyan kuş pislikleri ayaklarının altında ezilip aniden sert bir cisme basmışcasına acı veriyor olmasına rağmen hala bir sonraki adımına dikkat etmeyi akıl edememişti Lancelot. Yüzüne ekşi bir mimik düşse de her defasında bir saniyeyi doldurmadan yok oluyor, yerini arayışta olan gözlere bırakıyordu. Hayır, hiçbir kuşun pençesi Ellinor’dan gelen bir mektubu sıkıca kavramıyordu.
Avucunun içinde duran baktığı son baykuşu merhametsizce sıkıp kuleden aşağı fırlatırken ne yaptığının bilincinde değildi Lancelot. Acı içinde bağıran kuşu takip eden birkaç tanesi daha bahçede gezinen bekçinin dikkatini çektiğinde çok geç olmuştu artık. Gecenin bir vaktinde yuvalarına dalan bu saygısıza birkaç tanesi saldırmış olsa da ufak kesikler dışında hiç zarar verememişlerdi ona, pes etmiyordu onları sağa sola fırlatmaktan. Ta ki iri yarı biri onu arkadan sıkıca kavrayıp hareketsiz hale getirene dek. Fark edilmeyecek kadar az değildi gencin göz yaşları, insanın içini kavuran hali yüzünden bekçi ona daha nazik davranmaya karar verip onu basit bir büyüyle ot kadar zararsız ve hareketsiz bir hale getirmişti. Fakat düşüncelerini, hislerini değiştiremiyordu bu büyü. İçindeki sızı hala aynıydı.
Gözlerini açtığında hareket edemeyecek kadar yorgun bedenine eziyet etmekten vazgeçmiş ruhu sadece olan biteni öğrenmek isteğiyle sorgularcasına bakmasına neden oldu etrafına. Bir şifacıdan başka hangi dersi verdiğini çıkaramadığı bir profesör vardı yatağının baş ucunda. Aslında o şuan kendi ismini dahi çıkaramıyordu. “Üzgünüm Lancelot. Baykuşhane’de yaptıklarından dolayı ceza almayacaksın. Çünkü bunu sadece kendi suçumuz olarak görüyorum. Bunu sana daha önce vermeliydik.” Profesörün cübbesinden çıkardığı yıpranmış ve birkaç kez katlanmış parşomeni alırken önce tereddüt etti fakat bunun uzun zamandır gelmesini istediği mektup olabileceğini biliyordu. Titreyen kollarını güçlükle kaldırarak parşomeni aldı, iç içe geçik yazıları başta okumakta güçlük çekse de saniyeler sonra netleştiğini görünce sorunun kendinden olduğunu anladı. Parşomende Ellinor’un öldüğü yazıyordu. Komşuları Bayan Felicius tarafından yollanmıştı. Daha fazla okumadı Lancelot. Parmaklarını aralar aralamaz düşen parşomeni tekrar almaya gerek duymamıştı. Ayağa kalktı, geri yatması için davranın yaşlı şifacıyı eliyle durdurarak iyi olduğunu söyledi, olduğunun tam aksiydi oysa ki. Hastane kanadının tek kişilik tuvaletine elleriyle duvardan destek alarak girmişti, onları taşıma görevini bu kez üstlenemeyen dizlerinin her an kırılacakmış gibi olmasına dahi aldırmıyordu. Not: Lycan kurgusu değil fakat gerekli olduğu yazmıyordu, bende şu saatte yazmaya üşendim açıkçası. Umarım kabul edilir.
| |
| | | Brandon Sky Avcı
| Konu: Geri: Lycan Alımları Paz Şub. 16, 2014 2:31 pm | |
| | |
| | | Laela Cryptic
| Konu: Geri: Lycan Alımları Cuma Şub. 21, 2014 1:21 pm | |
| Laela Cryptic - Öncelikle bkz:
Uzuun zamandır role play yapmıyorum o nedenle yeni bir tane yazamadım ama altı ay once başka bir sitede kurt kadın olarak yazdığım bir role playın ilk kısmını şey yaptım. Eğer kabul görmezse, değiştirebilirim.
- Spoiler:
Dolunaya merhaba deyin çünkü siz merhaba demezseniz o saklandığı dolaptan çıkıp sizi korkutacak. Kaçmak imkansızdır, bedenin parçalanmasına ne büyük zincirlerle ne de sağlam kasalarla engel olabilirsiniz. Önce göğüs kafesiniz patlar, çene kemikleriniz yeni bir siluete kapılarını açarcasına ortadan ikiye ayrılır, parmaklarınız keskin pençelerle yer değiştirir, gözleriniz patlayan bir yanardağ misali öfkesini dışarı fışkırır, hormonlarınızın engel olduğu kocaman soğuk karşıtı kılları fırlatır ipek gibi kıvrılan bedeninizin her yerinden, artık cinsiyetinizin o kadar önemi kalmaz. Kemikleriniz teker teker parçalanırken size işkence ederken her seferinde acıyı son nefesinize kadar çekin diye damarlarınıza bir şeyler enjekte edildiğini düşünürsünüz. Karşı çıkarsanız sizinle savaşır, içinizde beslediğiniz vahşi hayvanınız o sizin. Ve izin vermezseniz bile o tüm kaburgalarınızı ikiye ayırıp dışarı çıkacaktır. Aldatan bir sevgilidir o. Duygularınızı hiçe sayar. Düşüncelerinizi kendi beynine hapseder. Düşünemez, hissedemezsiniz sadece itaat edersiniz. Yeni ay ortaya çıkıp karanlığa büründüğünde iki haftanız kaldı demektir. Dolunayın oluşumu doğal bir olaydır, dolunay gecesi bir kurda dönüşmek ise elinde silahları olan insanlardan kaçmanız, ailenizi unutmanız, sizi kabullenecek birilerini bulmayı ummanız anlamına gelir. Yavaş yavaş önce duyularınızı ele geçirir. Kilometrelerce uzaktaki bir karganın parçaladığı leşin kokusunu alırsınız. Kocaman bir ormanın içinde ne kadar çok canlı olabileceğini hissettirir size. Ailesi ile çimenlerin üzerinde piknik yapan ufak bir çocuğun kokusunu alırsınız.. Laela bunların hepsini aşmak için yedi sene boyunca dönüşümün yakınlığını belirleyen her ince ayrıntıyı sorgulamış, araştırmış ve tanımlamıştı. Tam olarak hangi saniyede dönüşümün aktif olarak başlayacağını ne zaman son bulacağını bile anlayabiliyordu. Kıyafetlerini çıkartıyor ve dakikalar içerisinde kurt haline dönüşüyordu. Yaşadığı ormanın içindeki bazı ağaçların kovuklarına tek parça elbiseler bile gizlemişti. Tek başına kaçarak ve saklanarak geçirdiği o yedi yıl, yirmi dokuz buçuk günde bir dönüştüğü şeyi gizlemeyi öğretmişti. Asla kanında dolaşan türden dolayı onur duymamıştı ama bundan asla da kaçamayacağını biliyordu. Bu yüzden sürülere katılmış, savaşmayı öğrenmiş, kurt olmadığı zamanlarda da duygularını ve duyularını nasıl kullanacağını öğrenmişti. Savaşmak ve bir canlıyı öldürmek onun için son seçenekti. Asla yapmayacağı tek şey ise bir insana kendi zehrini akıtmaktı. İri pençeleri ağaçların yeryüzüne çıkmış büyük köklerini sıyırarak geçiyordu. Arkasından koşturan avcılar mermilerini Laela’nın kafasına nişan alıyorlardı. Lycan ormanındaki rüzgarlı hava bütün kokuları birbirine harmanlıyordu. Dolunay gecesinin bitmesine birkaç saat kalmıştı ve avcılar öldürebildikleri kurtları kendileri madalya sayıyorlardı, bunun için bir ay boyunca bekliyorlardı. İz sürüyorlar, küçücük burunları ile koku almaya çalışıyorlardı. Laela’nın evinin etrafı ise mis kokulu bahar çiçekleriyle çevirili idi. Orayı bulmaları bir kurt için mümkün bir muggle için imkansızdı. Laela kokularını, hareketlerini, hızlarını hissedebiliyordu. Durup onları tek pençesi ile paramparça edebilirdi ama ölmek ve dönüştürmek her zaman son seçenek olmalıydı. Kayaların üzerinden sıçrıyor bazen bir ağacın iri dallarından birine sürtünüyor ve acı ile uluyordu. İleride gördüğü boşluğun onu öldürmek ve dönüştürmekten kurtaracağını düşünerek pençelerini yeri parçalayacakmış gibi sert ve hızlı hareketlerle atıyordu toprağa. Uçurumun tepesinden su birikintisinin üzerine atlarken boynunu parçalayan bir kurşun ile suyun içinde kayboldu. Ya da avcılar kaybolduğunu düşünmüştü. Birkaç dakika sonra öldüğünü düşünen avcılar cesedi suyun içinde bulmak ve kürkünü gurur tablolarına eklemeyi umarak uçurumun kenarından uzaklaşmışlardı. Laela sessizliği hissedince kalın kürkünün üzerini boyayarak suya bulaşan ölüm sıvısı ile tekrar ağaçların arasına daldı. Yorgun bedenini bir ağacın gövdesine atarken güneşin yükseliğini ve tüm canlıları yeniden hayata döndürdüğünü görebiliyordu. Güneş onun için bir hemşire idi, yaralarını sarıyor mikrobu bedeninden alıp götürüyordu. Boynundaki haç bu kez onu korumamıştı, tam tersine çıplak göğsüne yapışmış ve acı yükleyen bir hal almıştı. Sertçe yutkunarak susuzluğu ilk defa bu kadar derinden hissetti. Birkaç metre yükseklikten aşağıya atılmış olmalıydı ya da kendisi atlamıştı. Bilemiyordu, tek hatırladığı avcılar tarafından kovalandığı ve boynunu sıyırıp geçen bir kurşundu. Gördüğü ise sadece güneş değildi, ileride çalılıkların arasında dönüşmeyi bekleyen bir dişi kurdu da görüyordu. Dizlerinin üzerine çökmüş ve güneşin onun üzerinden yansımasını bekliyordu. Laela dönüşen dişi kurdun kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Lanet kalkmış pürüzsüz beden eski halini almıştı. Ama sırtındaki derin yara ölüm suyu ile yaptığı savaşa yenik düşmüştü, çırılçıplak bedeninden aşağıya doğru süzülen kan toprağı kirletiyordu. Ama karşıda gördüğü dişi kurdun Hogwarts’daki oda arkadaşı Josie olması sırtındaki kurşun yarasından daha çok yakmıştı canını. Gözlerine inanamıyordu, çalışkan ve sevimli Josie bir anda lanetlenmişti. Sivri dişleri, büyük pençeleri olan dolunayın çocuğu olmuştu. Laela ona bunu yapabilecek yüzlerce kurt tanıyordu. Seksi cadı yavaşça ayağa kalktı ve kalçalarından aşağı süzülen kana rağmen çalılıklara doğru yürüdü. Sesi biraz zayıf düşmüştü ama olabildiğinde yüksek sesle kızın ismini telaffuz etti. ‘Josie!’
| |
| | | Brandon Sky Avcı
| Konu: Geri: Lycan Alımları Cuma Şub. 21, 2014 1:22 pm | |
| | |
| | | | Lycan Alımları | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|